“Sır ve ateşin sözünü dinliyorum”
İstanbul’da emekli olduktan sonra anneliğin ve sanatın hazzına aynı anda varan Sanatçı Menekay yavaşlattığı zamanın içerisinde sonsuzluk hamurunu yoğuruyor.
Eşi ve çocukları ile birlikte Çanakkkale’ye yerleşen Özlem Menekay, 80’li yılların kaos ortamında okumak istemediği için güzel sanatlar fakültesine gidemeyince yeteneğini uzunca bir süre bastırmak zorunda kaldı. Emekli olduktan sonra anne olan ve 13 sene boyunca bir sanat atölyesine hiç aksatmadan giderek seramik sanatını tüm inceliklerine kadar öğrenen sanatçı, evinin üst katını atölyeye çevirdi.
Kase, kolye, duvar ve kapı süsleri, magnet, broş, vazo, avize, sunum tabakları gibi bir çok yelpazede, birbirinden farklı eserler ortaya çıkaran Sanatçı Menekay, şimdilerde Truva temalı ürünler üzerine çalışıyor.
İşte Menekay ile gerçekleştirdiğimiz röportajın detayları:
Seramik ile buluşmak için neden emekli olmayı beklediniz?
“Emekli olduktan sonra anne oldum, seramiğe başladım. 20 yıl ilaç sektöründe çalıştım. Aslında sanat okulunda okumak isterdim ama liseden 1980 öncesinde mezun olunca, memlekette yaşanan karmaşalar beni çok etkiledi, ne kadar istesem de fakülteye gidemedim. Lise yıllarımda yağlı boya tablolar yapardım, sonra istediğim olmayınca o benim içimde kaldı. İşe başladım, başlayınca da işi bırakamadım. Emekli olmaya yakın, birer sene arayla iki erkek annesi oldum. 2000 senesinde emekli oldum, 2004’te seramiğe başladım. İki erkek çocuk anaokuluna başlayınca sarılacak bir şeyler aradım. Bir keşmekeşten çıktım, boşta da oturamadım. Altın günü yerine sanat günlerine gitmeye karar verdim. Elim seramik çamuruna değdiği an hayatımın anlamı oldu ve bir daha kopamadım. Seramiği kendimi ifade etme aracı olarak görüyorum.”
Yıllarca bir atölyeye gidip geldiniz, hiç sıkıldım demediniz mi?
“İstanbul’da 13 yıl devam ettiğim Tuğba Önder Demircioğlu sanat atölyesinde sevgili hocam Tuğba bana sıfırdan tüm teknik ve detayları öğretti. Kendisine çok şey borçluyum. Yıllarca o atölyeye gittim, bir gün saatini kaçırmadım. Bir gün önceden bütün işlerimi bitiriyordum ki rahat çalışayım. Ben bu işe aşkla başladım, aşkla devam ediyorum. Ürettikçe çoğaldı, hediye etmeye başladım sevdiklerime. Sonra satar mısınız demeye başladılar, sosyal medya hesabımdan sormaya başladılar, bu noktaya kadar geldim.”
Seramiğin sesini duyuyor gibisiniz.
“Son iki yıldır Çanakkale’de yaşıyorum. Evimin bir odasını atölye yaptım ve çalışmalarıma burada devam ediyorum. Kendi fırınımı aldım. Disiplin bu sanatta şart. Sabır ve sevgi olmazsa devam etmek çok zor. Bazen saatlerce tezgahın başından kalkmıyorum. Şekillendiren eser bitme aşamasına ulaşana kadar bir çok süreçten geçiyor. Ne kadar uğraşsanız bile son sözü sır ve ateş söylüyor.”
Esin kaynaklarınız neler?
“Seramik yapmaya başladığım ilk yıllardan bu güne kadar esin kaynağım olan birçok görsel var. Çamura form verirken öncelikle doğadan, denizlerden, balıklardan, çiçeklerden, ağaçlardan, kuşlardan, mevsimlerden etkilendim. Tarihi anlamda da Selçuklu dönemi desenlerinden ilham alıyorum.”
Sanatın derdi biraz da iz bırakmak aslında.
“Biz fani olsak da arkamızda fani olan bir iz bırakmak istiyorum. Antik çağlardan bugünlere kalan seramikleri görünce, çocuk ve torunlarıma miras olarak seramik eserler bırakmak istedim. Önceleri yağlı boya resimler de yaptım. Fakat seramiğin üç boyutlu olması, elimle dokunup sarılabilmem, ayrılırken evladım gidiyormuş gibi üzülmem tarifi olmayan, çok güzel duygular. Ben torna kullanmıyorum. Artistik seramik yapıyorum. Elle şekillendirildiği için özgün eser oluyor. İlk kes fırınlanan seramikler fırından çıkarken heyecan dorukta tabii. Takı takmayı çoğu kadın gibi çok sevdiğim için, takı tasarlamayı da çok seviyorum. Suya düşen bir nesnenin iç içe çoğalan halkaları gibi, takılarımı takan veya seramiklerime yaşadığı ortamda yer veren dostlarım da benim tutkumun her yöne dağılmasına katkı yapıyor. Canlı renkleri çok seviyorum. Gittiğim yerlerde her yeri inceliyorum, hoşuma giderse onlara seramikle yeniden hayat veriyorum. İtalyanların da estetik anlayışlarını çok beğeniyorum. Akdeniz ülkeleri her zaman ilgimi çekmiştir. Sanata başladıktan sonra sakinleştim. Zaten çok gözlemci idim, daha da izlemeye başladım. İnka’ların totemlerinden de yeni formlar üretmeyi seviyorum. Doğada dolaşmayı çok seviyorum, yapraklar toplayıp onları kullanıyorum. Orijinal yaprakların desenlerini seramiğe sunmak beni çok etkiliyor. Eşim denizci olduğu için denizi, yelkeni ve balıkları çok seviyorum. Mevsimsel çalışıyorum zaten, sonbahar da yapraklarla çalışıyorum, yaz aylarında denizle balıklarla.”
Hedefinize ulaştınız mı?
“Varmak istediğim yerdeyim. Ben yemeğimi tencereme koyayım, atölyeme çıkayım. Ben zamanı yavaşlattım ve böyle çok mutluyum. Turhan Mildon Kültür Merkezi’nde bir sergide stant açacağım. Çanakkale’de ilk defa eserlerimi gün yüzüne çıkaracağım.”
Size uğur getirdiğine inandığınız mistik inançlarınız var mı?
“Hiroşima’ya atom bombası atıldığında hayatta kalan tek ağaç Ginkgo Biloba, Doğu’da ölümsüzlüğü temsil eden bir mabet ağacı, bu yaprakların formundan kolyeler yapıyorum. Bir gün Üsküdar’a geçtiğimde önüme bir yaprak düştü. Hemen tanıdığım yaprağı, yürüdüm buldum. Motor iskelesinin yanında bir parkta iki ağaç. Görünce öyle mutlu oldum ki. Oradan tohumları aldım ve Çanakkale’de ektim. Uzun zaman çıkmadı, birkaç ay önce çıktı. O kadar sevindim ki… İlk takımı da bu yapraktan yaptım, eminim ki bana uğur getirdi.”
Çanakkale’ye özel eserler yapacak mısınız?
“Çanakkale için de bir şeyler yapmak istiyorum. Troya Müzesi’ni gezdim. Hediyelik eşyaların satıldığı yer Paşabahçe Mağazası gibi, yaldızlı çay bardakları, üstünde Efesus yazan magnetleri var. Çivit mavisi bir baykuş var. Oranın tarihi dokusuna hiç yakışmıyor. Dilek Mildon ile görüştük. Kendisi aracı olacak. Şimdi üretim yapıyorum. Gelincikler, at formları, antik kolyeler üretiyorum. Önümüzdeki süreçte bunları değerlendireceğiz. “
Özel Haber: Dilek Akşen