.


İlk kez Karadeniz'in bir köyüne gidiyordu. Otomobili ile ağaçların arasından geçmiş ve bir derenin kıyısına gelip dayanmıştı.
Ne yapacağını düşünürken, çevreye bakındı ve ilerideki ağaçların altında oturarak kemençesini çalan bir Karadeniz uşağını gördü.
Yanına giderek sordu:
-“Bu otomobille karşıya geçebilir miyim? Dere derin midir?”
Karadenizli köylü:
-“Hiç derun değuldur, geçepilursun...”
Yabancı teşekkür etti, otomobiline binerek motoru çalıştırdı ve yavaşça dereye sürdü.
Biraz sonra otomobil suya batarak kaybolmaya başladı.
Canını, zor kurtaran yabancı, büyük bir hiddetle kıyıya çıktıktan sonra köylüye çıkıştı:
-“Bu mu senin derin değil dediğin su? Canımı güç bela kurtardım.”
Köylü kemençesini çalmayı bırakıp üstü başı sırılsıklam adama baktıktan sonra, kendine has Karadeniz şivesiyle söyle dedi:
-“Pen de pişey anlamadum hemşerum. Biraz önceycu karşuya pi ördek geçti. Su ancak belune kadar celeydu...”
 
***
Uzun zamandır birbirlerini görmeyen Temel ile Dursun bir gün karşılaşmışlar, sarılıp öpüşmüşler.
Dursun: -“Ula Temel geçende seni rüyamda gördüm” demiş.
Temel meraklanmış:
-“Hayırdır inşallah, de bakalım, nasıl gördün?”
-“Sen öldün, seni gömdüler, mezarında ot bitti, bizim sarı inek geldi, otları yedi, sonra ahıra gitti pisledi... Tezeğe baktım ki çok değişmişin!”
Temel lafı fena yemiş ama altında da kalmamış.
-“Ben de seni rüyamda gördüm, sen de öldün, mezarında otlar bitti, bizim kara öküz yedi, gitti ahıra pisledi, tezeğe baktım, hiç değişmemişsin!”
 
***
Bir toplulukta fıkra, anlatılıyordu.
Herkes katılırcasına kahkahalarla gülüyordu.
Karadenizliliği her halinden belli olan bir adam hiç gülmüyor, kasları çatılmış, küskün gibi oturuyor, asık suratı kimsenin gözünden kaçmıyordu.
Nihayet yanındaki dayanamadı ve bir aralık: “Siz niçin gülmüyorsunuz? Yoksa rahatsız mısınız?” diye sordu.
-“Hayır, rahatsız değilim. Fakat fıkra anlatana küsmüşüm de, onun için eve gidince güleceğim...”
 
***
Tonyalı asker arkadaşını memleketine davet etmiş.
Ona memleketinin gezilecek yerlerini gezdirmeye başlamış.
Bir ara mezarlığın önünden geçiyorlarmış, arkadaşını içeri sokmuş:
-“Ha burası da güzel yerdur da!”
Arkadaşı mezarlıkta gezerken sağa sola bakarken mezar taşlarındaki tabanca resimleri dikkatini çekmiş...
Bazısında bir tane, bazısında iki tane, bazısında da üç tane tabanca resmi varmış...
Hayret ederek sormuş:
-“Bunlar nedir böyle?”
Tonyalı anlatmaya başlamış:
-“Ha bu bir tabancalı demek, ‘vurdi, vuruldi’ demektur. İki tabancalı olan ‘vurdi, vurdi, vuruldi’ demektir. Üç tabancalı olan ‘vurdi, vurdi, vurdi, vuruldi’ demektir. Bu altı tabancalı var ya ne yiğit uşak idi. ‘Vurdi, vurdi, vurdi, vurdi, vurdi, vurdi ve de vuruldiii...”
Arkadaşı iyice şaşırmış ve gözü ileride duran bir başka mezar taşına ilişmişti.
Bu taşın üzerinde tabanca resmi filan yoktu...
Eliyle resimsiz taşı göstererek sormuş:
-“Peki, bu ne?”
Tonyalı “boş ver” anlamında başını sallayarak cevaplamış:
-“O mu? O ne vurdi, ne vuruldi, pisipisine yatayi ha burada...”
 
***
Temel, kahvedekilere atlarının birbirine çok benzediğim söyledi:
-“Birbirinden ayıramayrum onları.”
Bir arkadaşı, “Boylarını ölç uşağum” diye akıl verdi.
Temel ölçüp geldi:
-“Boyları da aynidur.”
Yan masada oturan biri:
-“Kuyruklarını ölç” dedi.
Temel gitti, ölçüp döndü.
-“Kuyrukları da aynidur.”
Yaşlıca bir adam:
-“Çok tikkatle pak onlara, illa vardur bir farklaru.”
Temel yine gitti ve uzunca bir süre sonra geri geldi:
-“Ali Dayu haklidur. Beyaz atun sağrusu, siyah atunkinden daha yumuşakçadur.”