.
Genç bir çift, yeni bir mahalledeki yeni evlerine taşınmışlar.
Sabah kahvaltı yaparlarken, komşu da çamaşırları asıyormuş.
Kadın kocasına:
-“Şuna bak, çamaşırları yeterince temiz değil… Çamaşır yıkamayı bilmiyor, belki de doğru sabunu kullanmıyor.” demiş.
Kocası ona hiçbir şey söylememiş, kahvaltısına devam etmiş.
Kadın, komşusunun çamaşır astığını gördüğü her sabah aynı yorumu yapmaya devam etmiş.
Bir ay kadar sonra, bir sabah, komşusunun çamaşırlarının tertemiz olduğunu gören kadın çok şaşırmış:
“Bak” demiş kocasına, “Çamaşır yıkamayı öğrendi sonunda, merak ediyorum, kim öğretti acaba?”
Kocası uzun uzun karısına bakmış ve:
-“Ben bu sabah biraz erken kalkıp pencereleri sildim” demiş...
***
Rebeka, parmağındaki nişan yüzüğünü çıkarıp nişanlısına uzattı:
-“Artık seni sevmoorum Salamon. Ayrilalim.”
-“Peki, kimi sevoorsun?”
-“Moiz’i...”
-“Ya... Nerede simdi o kerata?”
Rebeka ağlayarak Salamon'un ellerine sarılır:
-“Sakın ha!! Ona bir sey yaparsin?”
-“Yapıcaam!”
-“Yapma Salamon, ne olur!”
-“Yapıcaam Rebeka! Oyle bi yapacaam ki!”
-“Ne yapacaksin? Sen onu öldürecek?”
-“Yok be kuzum. Su nisan yüzüğni ona satıcaam!”
...
Adamın biri barda, önünde bir bardak olduğu halde otururken içeri kabadayı kılıklı iriyarı biri girmiş.
Bara yaklaşmış ve adamın önündeki bardağı bir dikişte içerek bitirmiş.
Sonra da adama ters ters bakarak sormuş:
-“Sorun var mı moruk...!”
Adam “hiç sorma ya!” dedikten sonra üzüntüyle anlatmaya başlamış:
-“Sabah karımla kavga ettik, dövecektim evden kovdu. Kendimi asacaktım ip koptu. Kendimi vuracaktım mermi bitmiş. Kendimi fare zehiriyle öldürecektim onu da sen içtin. Bendeki kısmete bak...”
...
Temel yeni yaptığı ahırına hayvanları yerleştiriyormuş.
Fakat sıra develere geldiğinde, develeri kapıdan geçirememiş.
Başlamış kapının üst kısmını balta ile parçalamaya.
Oradan geçen biri, durumu görünce:
-“Ula uşağum ne yapaysun?”
Temel:
-“Ula devenin boyuni çok uzun, kapıyu uzatayrum”
-“Ulan salak uşağum... Kapunun girişindeki toprağı biraz kazsana...”
-“Hemşerum sen de az salak değulsun da...! Devenin boynu uzun, ayakları değulki...”
...
Çin’de görevli Amerikalı bir subay bir gün Pekin’de bir lokantaya girdi.
Garsonun getirdiği Çince mönüye garip garip baktı.
Gelen mönüden bir şey anlamasa da bozuntuya vermedi ve parmağını Çince bir yazının üzerine basarak garsona gösterip, ne geleceğini merakla beklemeye başladı.
Bir müddet sonra garson bir tabak meyve getirdi.
Amerikalı subay garsona meyveyi kenara koymasını işaret ederek parmağıyla listedeki başka bir yeri gösterdi.
Bu kez, bir dilim pasta geldi.
Bunun böyle olmayacağını anlayan subay, çevresindeki masalara baktı.
Karşı masada bir Çinli et yemeği yiyordu.
Subay, karşı masadaki adamın yediği yemeği gösterdi ve garsona o yemekten getirmesini işaret etti.
Yemek geldi.
Subay büyük bir iştahla eti yemeye başladı.
Birkaç lokma sonra, şimdiye dek bu tatta bir et yemeği yemediğini fark etti.
Pekin ördeklerinin ününü duymuştu.
Bu acaba onun eti miydi?
Garsonu çağırdı, eti gösterdi ve kollarını kanat gibi yaparak, “Vak, vak?” dedi.
Çinli garson soruyu anlamıştı.
“Hayır” anlamında başını sallayıp, kollarını iki yana açıp kanat işareti yaptıktan sonra dişlerini gösterip “Yarasa” dedi…