Bazen karar veremiyorum bir türlü.

Bazen karar veremiyorum bir türlü.
“Yazılı veya test imtihanlarından sonra mülakat olsun mu, olmasın mı?” diye.
.
İşin içinde torpil olunca sen 100 puan da alsan, mülakatta sorulan soru sebebiyle eleniyorsun.
Aldığın 100 puan çöpe gidebiliyor.
.
Mülakatı koymalarının sebebi, aldığı puanı gerçekten hak edip etmediğini teyit etmek için elbette.
Olur ya, “Toto oynadıysa?” diye.
.
Mülakat soruları özeldir, mesela:
AB kapısındaki üç aday ülkeye mülakat soruları soruluyor. İçlerinde AB’ye alınmak istenmeyen Türkiye de var:
Birinci aday ülkeye soruyorlar:
“İlk atom bombası ne zaman atıldı?”
Cevap geliyor:
“1945 yılında...”
“Tamam, bildiniz, içeri buyurun.”
İkinci aday ülkeye soruluyor:
“İlk atom bombası nereye atıldı?”
Cevap geliyor:
“Hiroşima’ya…”
“Tamam, siz de bildiniz, içeri buyurun.”
Üçüncü aday olan Türkiye’ye soruluyor:
“Atom bombasının atıldığı Hiroşima'da kaç kişi öldü ve ölenlerin isimlerini alfabetik sırayla söyleyiniz...”
..
İşte böyle.
.
Misal ben sınav komisyonunda olsaydım, işe alırken:
27 yıldır üniversitelerde görev yaptığını belirterek, Türkiye'de üniversitelilerin yerleştiği yerlerin “Nişantaşı’na döndüğünü” ve neredeyse “Fuhuş evleri” halini aldığını söyleyen Ebubekir Sofuoğlu adlı profesöre mülakatı kesin yapardım.
Ve sorardım:
“İslam’ın peygamberi kimdir?”
Hoşgörü dinini yaymak için mücadele etmiş Hz. Muhammed’i bileceğini sanmıyorum da…
.
Misal bir başkası da var:
Sözcü yazarı Yılmaz Özdil ve Tele 1 sunucusu Cüneyt Akman’la ilgili olarak Diyanet’e seslenip:
“Cesetleri camilere sokulmasın, cenazeleri kılınmasın” çağrısını yapan Doç. Dr. Ebubekir Sifil’e de mülakat yapar ve sorardım:
“Fetvayı kimler verir?” diye.
Zira,
Fetvanın ne olduğunu ve hangi yetkilerle kimlerin verebileceğini bilmiyordur.
 
***
Mahallede oynarken kavga ettiğimizde bize zararı dokunan birinin kendisinin de zarar görmesi karşısında, elimizi açarak göğsümüze sürtüp: “Ohhh, ohhhh!” diyerek onu kızdırırdık.
.
Bu hareket “Adaletin yerine gelmesi” ile ilgili olarak mahalle kültürüne geçmiştir.
.
Geçtiğimiz günlerde koskoca bir devletin İçişleri Bakanının kürsüden (haklı olarak) cevap verdiği milletvekillerine bu hareketi yapması olacak gibi değildi.
.
İnce siyaset yaparak,
Kelimeleri mızrak gibi kullanarak vereceği cevaplarla rakiplerini alt edecekken bizim küçükken mahallede yaptığımız “Ohhh, ohhh” hareketi bir bakana yakışmadı.
.
Sayın bakan akşam eve gittiğinde kendisini seyrettiğinde ne düşündü acaba?
.
Aileden birileri kendisini seyrettiğinde ne dediler merak ettim doğrusu?
.
Kürsüde kızabilirsiniz ama lütfen kendinizi kaybetmeyin.
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti İçişleri Bakanına karşısında kim olursa olsun, böylesi bir hareket, bir tavır hiç yakışmadı.
Bilesiniz…
 
***
Argoda çok konuşan kişiye “Çok ötme lan!” denir ve susması beklenir.
Tekrarı halinde gerekli ceza kendisine kesilir.
.
Ancak ötmek hayvanlara mahsustur.
Bunun da piri “Horoz” dur.
.
Sabahları bizleri uyandırmak için kendisini yırtarak öten horozlar yıllar boyu insanların dostu olmuştur.
.
Bazen “Erken öten horozun ibiğini keserler” gibi bir deyim de kullanılır.
Ama horoz bu anlar mı?
.
Horozların en meşhuru “Denizli Horozu” dur.
.
O kadar uzun öterler ki, en sonunda bayılanına rastlanmıştır.
İşte bunlardan birisidir “Bahtiyar…”
.
Geçtiğimiz gün haberi yapılan Bahtiyar, ötüp, ötüp bayılınca sosyal medyada fenomen oluverdi.
.
Sahibi Okan Gökbudak tarafından sosyal medyada “Bayılma görüntüleri” yayınlanan Bahtiyar’a talihli bile çıktı.
.
Horozun sahibi anlatıyor:
“Yurt dışında yaşayan bir kişi horozumu 1250 avroya satın almak istedi. Bir kişi de 25 bin lira değerindeki otomobiliyle horozumu takas etme teklifinde bulundu…”
.
Bu olaydan çıkarılacak ders şu:
Öt ötebildiğin kadar. Öttükçe değerin artar…
Ancak şartı var tabi.
Ne mi?
Fıkrayı okuyun…
.
FIKRA
Denizli’de araştırma yapmak için kamp kuran bir grup üniversite öğrencisi, kamp yakınına tüneyen bir Denizli horozunun sabahın erken saatlerinde yüksek sesle ötmesinden çok rahatsız olmuşlar...
Sabahın köründe ortaya çıkan horoz, önce dikleniyor, sonra dakikalarca ötüyormuş...
Tabii ekipte ne uyku ne de huzur bırakmıyormuş...
Sonunda sabırlar tükenmiş...
Susturmak için başlamışlar horozu kovalamaya... Horoz önde, gençler peşinde...
Mahalle arasına dalmışlar...
Kovalamacayı gören, fakat bir anlam veremeyen yaşlı dede, seslenmiş:
-“Hey, evlatlar! Bu zavallı horozu niye ürkütüyorsunuz?”
-“Sorma be dede, bu adi horoz sabahın köründe ötmeye başlıyor, kampı ayağa kaldırıyor. O yüzden yakalayıp keseceğiz!”
-“Yazıktır evladım yapmayın! Bırakın, ben onun sesini keserim, bir daha da rahatsız etmez sizi...”
Gençler bunun üzerine kovalamayı bırakmışlar.
Ertesi sabah, hafif bakmışlar ki “Gak-guk” sesleri dışında horozdan kayda değer hiçbir ses çıkmadığını görünce de şaşırıp dedeye koşmuşlar:
-“Yahu dede, ne yaptın da bu horozun sesini kestin?”
İhtiyar gülmüş:
-“K.çına zeytinyağı sürdüm. Horoz kabararak ötmeye yeltendiğinde, gerisi tutmuyor ki kuvvet alsın... Ancak “Gak-guk” edebiliyor...”
.
Kıssadan hisse:
Arkan sağlamsa “İstediğin kadar kabarır, diklenir ve sözünü dinletirsin.”
Ama bir gevşerse “Gak-guk” eder durusun.