İstanbul’daki Fatih Medresesi’nin her odasında dört beş talebe beraber kalırmış. Bu talebeler memleketlerinden getirdikleri fasulye, bulgur, mercimek, nohut vesaireyi beraber pişirirler, beraber yerle

ATASÖZÜ HİKÂYELERİ
YALANCININ MUMU
İstanbul’daki Fatih Medresesi’nin her odasında dört beş talebe beraber kalırmış. Bu talebeler memleketlerinden getirdikleri fasulye, bulgur, mercimek, nohut vesaireyi beraber pişirirler, beraber yerler ve her hafta içlerinden birisi nöbet tutarak bu işleri yaparlarmış.
Geceleri ders çalışmak için yaktıkları mumların parasını da aralarında toplayıp, o haftaki nöbetçi talebeye verirlermiş.
Bu talebelerden birisi çok açıkgözmüş.
Her gece şamdanların dibinde kalan kırıntı mumları toplar, eritir ve onlardan uydurma bir mum yaparak parayı cebine indirirmiş.
Fakat onun yaptığı mum, yeni mumlar gibi uzun müddet odayı aydınlatamaz, erkenden sönermiş.
İşin farkına varan arkadaşları, bir gece yine yatsı namazından sonra karanlıkta kalınca, hesap sormaya başlarlar:
-“Biz sana para verdik, ne diye mum almadın?”
-“Aldım işte, ne yapayım mumlar küçülmüş, bu kadar yanıyor.”
İçlerinden birisi:
-“Tabii o kadar yanar, çünkü ‘Yalancının mumu yatsıya kadar yanar’ da ondan” demiş.
 
***
AÇ AYI OYNAMAZ
Oduncunun biri ormanda odun toplarken annesini kaybetmiş bir ayı yavrusu görür.
Açlık ve susuzluktan bitkin düşmüş yavruyu heybesine atıp evine götürür.
Ayıya suyunu verir, ayının karnını doyurur. Kendine gelen yavru zamanla büyür.
Gücü artar, pençeleri sertleşir.
Elinde olmadan sağa sola zarar vermeye başlar.
Ayıyla daha fazla baş edemeyeceğini anlayan oduncu, genç ayıyı bir zincirle bağlayıp satmak için pazara götürür.
Bir alıcı ilgilenir ayıyla.
Çevresinde dolaşarak inceledikten sonra:
-“Oynar mı bu?” diye sorar.
Genç ayıyı elden çıkarmaya kararlı olan oduncu:
-“Oynar, oynar”, diye karşılık verir.
Bunun üzerine adam:
-“Oynasın da bir görelim”, demesin mi?
Oduncu bir an ne diyeceğini bilemez.
Biraz yutkunup kafasını kaşıdıktan sonra:
-“Oynar, oynar ama, der, önce karnını doyurman lazım, aç ayı oynamaz!”
 
***
DİMYAT’A GİDERKEN
Dimyat Mısır’da, Süveyş Kanalı ağzında ve Portsait yakınlarında bir iskeledir.
Eskiden Mısır’ın meşhur pirinçleri, ince hasırdan örülmüş torbalar içinde buradan Türkiye gelirdi.
Dimyat’a pirinç almak için giden bir Türk tüccarının bindiği gemi, Akdeniz’de Arap Korsanları tarafından soyulmuş ve adamcağızın kemerindeki bütün altınlarını da almışlar.
Bin bir müşkülat içinde Türkiye’ye dönen pirinç tüccarı o yıl iflas etmek durumuna düşmüş.
İstanbul’dan kalkmış, memleketi olan Karaman’a gitmiş.
O sene tarlasından kalkan bulgurları da bulgur tüccarlarına sattığından, kendi ev halkı kışın bulgursuz kalmışlar.
“Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak” sözünün aslı buradan kalmış.
 
***
AYIKLA PİRİNCİN TAŞINI
Osmanlı zamanında Yavuz Sultan Selim Han’ın Yemen’i Osmanlı topraklarına katmasından bir süre sonra, Yemen’de isyan çıkmış.
Uzun uğraşlar sonunda Yemen Fatihi Sinan Paşa, duruma el koyup 400 yıl sürecek sükûneti temin etmişti.
Söylentiye göre, Sinan Paşa’nın ordusu bir gün çölde konaklamış.
Yemek pişirmek üzere, has torbalar içindeki pirinci yere serdikleri büyük bir çadır bezinin üstüne dökmüş ve taşlarını ayıklamaya başlamışlar.
Bu sırada bir fırtına çıkmış ve rüzgârın savurduğu bir kum bulutu, pirinçleri üstüne inerek, ufak bir tümsek halinde yığılmış.
Kumların arasında kalan pirinçlere bakakalan yeniçeriler arasından şakacı bir asker arkadaşlarına:
-“Biz Allah’ın nimetini taşlı diye beğenmiyorduk, oysa bizim gibi günahkâr kullara üç beş taş az bile gelir. Hadi ayıklayın bakalım pirincin taşını şimdi” diyerek herkesi güldürmüş.