Harun Reşid bir Ramazan günü Behlül’e tembih etti: -“Akşam namazında camiye git, namaza gelen herkesi iftara davet et.”

Harun Reşid bir Ramazan günü Behlül’e tembih etti:
-“Akşam namazında camiye git, namaza gelen herkesi iftara davet et.”
Akşam oldu, namaz kılındı, namazdan sonra Behlül 5-10 kişilik bir grupla çıka geldi. Harun Reşid şaşırdı:
-“Behlül bunlar kim? Ben sana namaza gelen herkesi saraya iftara çağır diye tembih etmedim mi? Sen o kadar cemaatin arasından bir sofralık bile adam getirmemişsin…”
-“Efendimiz, siz bana camiye gelenleri değil, namaza gelenleri iftara çağır dediniz. Namazdan sonra bendeniz cami kapısında durdum, çıkan herkese hocanın namaz kıldırırken hangi sureyi okuduğunu sordum. Onu da yalnız bu getirdiğim kişiler bildi. Camiye gelen çoktu ama namaza gelen demek ki yalnız bunlarmış…”
 
***
HAK
Zekeriyya peygamber son derece cömertti ve kendi el emeği ile maişetini temin ederdi. Bir keresinde bir inşaat işinde çalışıyordu. Çalışma arasında, ancak kendisine yetecek kadar ekmek getirdiler.
Hz. Zekeriyya kendisine verilen ekmeği yerken, yanına başkaları da geldi.
Hz. Zekeriyya onları yemeğe dâvet etmedi. Onun cömertliğini bildikleri için, gelenler, bu tutuma şaştılar. Hz. Zekeriyya ekmeğini bitirdikten sonra, şu açıklamayı yaptı:
“Ben burada gündelikle çalışıyorum. Bana düşen işi gereği gibi yapabilmem için, bu ekmeği verdiler. Aldığım ekmeği hep beraber yesek, size de bana da yetmeyecek. Ve ben, verimli şekilde çalışamayacağım. İş sahiplerinin hakkı üzerimde kalacak. İşte bunun için sizi yemeğime dâvet etmedim.”
 
***
MEZAT
Sultan IV. Murad Han’ın damadı Melek Ahmed Paşa Kuzguncuk’ta otururdu.
Bu ailenin her sene tekrarladıkları bir âdetleri vardı.
Konaklarındaki fazla eşyayı Ramazan ayında haraç-mezat satarlardı.
Bu mezadın iştirakçileri de pek sevinirler, aldıkları eşyaya karşı vereceklerini seve seve yerine getirmeye çalışırlardı.
Belli günde münadîmezatçı bağırır:
“Bir altın kaplama sahan! Haydi bir kapaklı altın sahan… Yok mu talibi?”
“Kaça? kaça?” diye merakla sorarlar. Mezatçı:
“Bir yetim okutmaya, bir yetim okutmaya…!”
“Benden iki yetim.”
“Benden üç yetim okutmaya.”
Mezatçı:
“Üç yetim okutmaya satıyorum, satıyorum, saaat, sattım!” der ve bir altın kaplama sahanı üç yetim okutmak karşılığında satarlardı.
Münadî başka bir eşya için:
“Bir murassâ kılıç, beş yetim okutmaya, satıyorum…” diye yeni bir rekabeti açar ve en çok yetimi kim okutmaya söz verirse o eşya da ona verilirdi.
 
***
AÇGÖZLÜLER
Zamanının zariflerinden sayılan ve kibar konaklarını neşelendiren Şirket-i Hayriye kapıçuhadarı Hacı İzzet Efendi’nin bir kaza neticesinde sağ elinin orta parmağı bükülmez olmuştu.
Bir gün bir yerde iftar ederken baklavaları süratle atıştıran açgözlü bir softa, Hacı İzzet Efendi’yi lakırdıya tutup bir iki baklava fazla yemek için:
“Hacı Efendi, sizin orta parmağınız neden öyle dik duruyor?” diye sordu.
Hacı İzzet hemen şu cevabı verdi:
“Sizin gibi açgözlülerle yediğim zaman baklavanın birini alırken ötekine işaret koymak için!”
 
***
KAÇ KAÇ
İki kafadar Ramazanda kadı kıyafetine girip köy köy dolaşmaya ve birkaç basit soru sorup, cevap veremeyen köylüleri falakaya yatırarak para kazanmaya başlamışlar.
Kadı efendinin bu durumdan haberi olunca bunları yakalatmış ve:
“Bu sabah namazının, bu öğle namazının, bu ikindi namazının, bu akşam namazının, bu yatsı namazının” diyerek kırk sopa attırıp salıvermiş.
İki kafadar köyden uzaklaşınca birisi:
-“Tabanlarım sızlıyor, şurada oturup biraz dinlenelim” deyince diğeri:
-“Yürü, yürü! Dinlenmenin sırası mı şimdi? Kadı efendi Teravih namazını unuttu. Eğer hatırlarsa vay halimize.”
 
***
NASIL YETİŞECEKSİN?
Sultan II. Mahmud Han asr-ı ricalinden bir zât, Ramazanda bazı ahbab ve tanıdıklarını iftara davet etmiş.
Meşhur şair İzzet Molla da davetliler arasındaymış.
Yatsı ezanı okunmuş, cemaatle namaza başlamışlar.
İmamlık eden zât, namazı neredeyse iki secdeyi bir edecek kadar acele kıldırıyormuş.
Çok kısa zamanda sonuncu rekatın tahıyyatına gelmişler.
O aralık dışarıdan bir adam gelip namaz kıldıklarını görünce:
“Hazır abdestim varken ben de cemaate yetişeyim” diye düşünüp safa dahil olacağı sırada cemaat selam vermiş.
İzzet Molla dönüp adama şöyle demiş:
-“Be adam! Biz içinde iken yetişemiyoruz, sen dışarıdan gelip nasıl yetişeceksin?”
 
***
O BENİ TANIR
Ramazanlarda davetli davetsiz, tanıdık tanımadık yerlere iftara gitmenin âdetten olduğu, ancak bunun iyi niyetli bir şekilde yapılırken zaman zaman işin münasebetsizliğe vardırıldığı zamanlarda, hulûskârın biri refakatinde hane sahibinin tanımadığı bir adam bulunduğu halde bir zâta iftara giderken, yolda biri bunlara rastgelir ve yanındaki arkadaşını tanıması sebebiyle yanlarına sokularak nereye gittiklerini sorar:
-“Filan zâta gidiyoruz” derler.
Bu adam iftara gidilen zatı hiç tanımadığı halde “Ben de giderim” diyerek bunlara katılır.
Derken öteden biri daha çıkagelip yine içlerinden bazılarıyla tanışıklığından faydalanarak:
-“Nereye gidiyorsunuz?” diye sorar.
Söylerler.
-“Beni de götürünüz” der.
Hulûskârlar derler ki:
-“Öyle ama zaten yanımızda bir tufeylî (asalak), bir de tufeylinin tufeylisi var. O zâta seni ne sıfatla takdim edelim.”
Adam:
-“Sizin takdiminize hacet yok. O beni pekiyi tanır.” diyerek peşlerine takılır.
Hane sahibi hasis bir adamdır.
Böyle üç dört kişinin, bilhassa bilmediği adamların geldiğini görünce pek ziyade canı sıkılır.
Hulûskâra ilk refiki için sorar:
-“Bu efendi kimdir?”
-“Efendim, ahbabdan filan efendi. Zât-ı âlinize gıyaben hulûsu vardır.”
Hane sahibi ikinciyi göstererek:
-“Ya bu adam kimdir?”
-“Efendim, o da bu zâtın bildiği imiş!”
Hiddetle üçüncüsünü sorar:
-“Ya bu teres kimdir?”
En son peşlerine takılan adam der ki:
-“Gördünüz mü? Beni nasıl tanıdı…”
 
***
HEM SAİM HEM ABİD OLMAK
Son devir meddahlarından Borazan Tevfik bir yaz Ramazanında Erenköyü’nden trene biner.
Sıcak bir havada oruç başına vurmuş ve şişman olduğu için de sıcaktan bunalmış bir halde kompartımanın birine yerleşir.
Meğer karşısında, eskiden beri tanıdığı biri Sâim (bu isim “oruç tutan” manasına gelir) diğeri Âbid (bu isim de “ibadet eden” manasına gelir) isimli iki kardeş oturuyormuş.
Bu kardeşlerden biri Borazan Tevfik’e hitaben:
“Tevfik Bey!” der, “Galiba oruç seni fena sarsıyor.”
Borazan Tevfik, hiç düşünmeden şu cevabı verir:
“Ne yapayım? Siz iki kardeş vazifeyi (biriniz orucu, diğeriniz ibadeti) aranızda taksim etmişsiniz. Bana gelince hem sâim, hem abid olmak mecburiyetindeyim. Eh, bu sıcakta da kolay iş değil.”
 
***
-“Daha ezan okunmadı orucunu niye açtın?”
+”Trabzon’da okundu…”
–“Eee?”
+”Bize her yer Trabzon…”

+”Anne arkadaşım iftara çağırdı gidebilir miyim?”
-“Tamam, ama aksam ezanından önce evde ol.”

Ramazan davulcusu geçerken çama çıkıp “Oturmaya mı geldik! Hobaleey!” diye bagırarak el çırptım.
Şu an hastaneden yazıyorum.

‘Oruçum bozulacak’ diye müzik dinlemiyorum.
Sonuçta müzik ruhun gıdasıdır.
 
***
İNADA BİNDİ
Adamın biri hayatında hiç namaz kılmamış. Bunu bilen bir arkadaşı da:
-“Yahu şu mübarek Ramazan bari bir-iki rekat namaz kıl.” demiş.
O da, “tamam tamam kılarız iki rekat” deyip, akşam teravih namazına gitmiş.
Teravih başlamış.
Bir-iki-dört derken namaz devam ediyor.
Bakmış namazın biteceği yok.
Ceketini çıkarmış ve cami önünde bekleyen oğluna pencereden uzatarak:
-“Evlat, al şu ceketi eve git. Anlaşılan iş inada bindi, imam kılıyor ben kılıyorum, ne zaman biteceği belli olmaz…”
 
***
KIYMET MESELESİ
Dini bütün Temel, Ramazan günü Sultan Ahmet Meydanı’nda aç susuz sabırsızlıkla biran önce iftar vaktinin gelmesini beklemektedir.
Güneş tepede, Temelin dilini damağını kurutmaktadır.
Derken bir turist kafilesi gelir, içlerinden bir kaçı oradaki satıcılardan irice bir karpuz alır ve Temelin gözü önünde şapırdatarak yemeye başlarlar.
Bir süre sonra Temel yerinden kalkar usulca yanlarına yaklaşır ve kulaklarına eğilerek;
-“Uy, dininizun kiymetini pilun da!”
 
***
HANGİSİ HARAM?
Bektaşi’nin birini ramazanda içki içtiği için yaka paça kadıya götürürler.
Çakırkeyif Bektaşi'yi görür görmez kadı:
-“Be hey kâfir! Bu yaşta hala içiyorsun bu zıkkımı. Utanmıyor musun? Bilmiyor musun haram olduğunu?”
Bektaşi;
-“İyi ama sizin sırtınızdaki ipek kaftan da haramdır.”
Kadı:
-“Bunun içine pamuk katarlar”
Bektaşi:
-“Dünyada doğru adam mı kaldı, şaraba da yarı yarıya su katıyorlar...”