Dün bahsettik meşrutiyetten. Birincisine doyamadan “Kaldırıldı” dedik.
Dün bahsettik meşrutiyetten.
Birincisine doyamadan “Kaldırıldı” dedik.
.
Tam 30 sene sonra ikincisi gelmişti.
Ama o 30 sene var ya?
Hani “Kahrolsun İstibdat” deniliyor ya.
İşte o kısım.
.
Bir de “Yaşasın Hürriyet” kısmı var.
Onu da birazdan yazarım.
.
Meşrutiyet sonrası kendisine hareket alanı açmak isteyen Abdülhamit İslamcılığa sarıldı.
Tanzimat’tan beri devlet politikası olarak görünürlüğü silinmeye çalışılan dini argüman ve öğeler yeniden gün yüzüne çıkarıldı, tekke ve zaviyeler ihya edildi, tarikatlar güçlendirilerek hayatın her alanında egemen kılındı, tüm ülke mistik bir havaya büründürüldü.
Bu sayede ülke içerisindeki sorunlar halka unutturulurken, hem Osmanlı hem de dünya Müslümanları nezdinde Batı karşısında dik duran güçlü bir İslam halifesi imajı yaratıldı.
.
Meşrutiyetin birincisinin rafa kalkmasından sonra bu güçle tüm idari yetkiler Abdülhamit’te toplandı.
Muhaliflerin “Yıldız Rejimi” veya “Mabeyn Hükümeti” adını verdikleri sistem devreye girmişti.
.
Öyle ki: Sadrazam ve nazırlar hiçbir konuda söz söylemeye dahi yetkisi bulunmayan basit birer memur konumuna düşmüştü.
.
Trajik komik tarafı ise şuydu:
Göstermelik bir makama dönüşen sadrazamlığa kendi istek ve onayları dahi olmayan şahsiyetler Abdülhamit’in kararıyla atanıyordu.
Adam bir uyanıyor ve bakıyordu ki “Sadrazam” olmuş.
Haberi yoktu.
Belki de daha sevincini yaşayamadan makamdan azlediliyordu…
Bu durum; Tamamen Abdülhamit’in Halet-i Ruhiyesi ile ilgiliydi.
.
Yargı sürekli olarak denetim ve yönetim altında tutuluyor, atanacak hâkim ve savcılar Saray’da belirlendiği gibi, davaların gidişatına bile müdahale ediliyordu.
.
Kurulan jurnal ve hafiye ağı tüm halkı Abdülhamit’in paranoyaklığına taşımıştı.
İş öyle bir boyuta varmıştı ki komşu komşuyu, evlat babayı ihbar eder haldeydi. Kimin birisiyle bir sorunu varsa hemen onun hakkında padişaha yönelik bir jurnal uyduruyordu.
Babasıyla sorunu olan bir adamın verdiği “Babam evin bodrumunda gizli işler çeviriyor, sanırım saraya tünel kazıp padişahımıza suikast düzenleyecek” gibi komik jurnaller bile toplanıyor tek tek okunup, soruşturuluyordu.
.
Sansür gazetelerin rutini haline gelmişti.
Her gazete, sabah basılmadan önce Sansür İdaresi’nin denetiminden geçmek zorundaydı.
Sansür İdaresi gerekli gördüğü yerleri beyaz kâğıt ile sansürledikten sonra gazete nüshasını geri teslim eder ve gazete ancak bu haliyle basılabilirdi.
Gazetelerini açan Osmanlı halkını sıra sıra beyaz sütunlar karşılardı.
.
Sansürün gazabına uğramak için illaki muhalif haberlere yer vermeye gerek yoktu.
.
Misal:
Hamidiye suyunun İstanbul’daki çeşmelere verilmesi sebebiyle hazırlanan bir haberin görselinde çeşme başında şükür duası eden bir adamın resmini kullanan Servet-i Fünun Gazetesi’nin yapılan icraatı olumlayan bu haberi de, kullanılan resmin “işimiz duaya kaldı” şeklinde yorumlanabilecek olması sebebiyle sansürlenmişti.
.
Haberin içeriği fark etmeksizin yasaklı kelimeleri kullanmış olmak da sansürü tatmak için yeterliydi.
Gazetelere liste halinde bildirilen yasaklı kelimelerden birkaç örnek:
Kanun-i Esasî,
Vatan,
Millet,
Hukuk-ı millet,
Islahat,
Hürriyet,
Müsavat,
Cumhuriyet,
Bomba,
Dinamit,
Ermenistan,
Girit,
Makedonya,
Zulüm,
Adalet,
Sultan Murat’ı akla getirdiği için “Deli” ve “Birader”,
Saray’ı akla getirdiği için “Yıldız” ve “Tepe”,
“Hasta Adam”ı akla getirdiği için “Hasta”,
Abdülhamit’in boyalı sakalı ve kemerli burnunu akla getirdiği için “Sakal, Boyun Ve Burun”,
Kardeşinin ismi olan Reşat, hal’etmek fiiline benzediği için “Halletmek”,
“Tahtın kurusun” dileğine ses bakımından benzediği için “Tahtakurusu” vb.
Tüm bu yasaklı kelimeleri kullanmadan haber yazabilmek başlı başına ayrı bir beceri istiyor çoğu zaman da imkânsız bir hal alıyordu.
Bu yüzden İran ve Rusya’daki meşruti devrimler gazetelerde haber olamadı.
.
Suikast kelimesi yasak olduğundan,
Suikast sonucu öldürülen Fransa Cumhurbaşkanı Carnot,
ABD Başkanı McKinley ve
Avusturya İmparatoriçesi sırasıyla kalp durmasından, şîrpençeden ve göğüs darlığından ölmüş olarak haber yapılmak zorunda kalındı...
.
Abdülhamit’in kemerli burnunu akla getirdiği için yasaklanan “Burun” kelimesi yasaklı olduğundan, haritalar için yeni bir coğrafi terim üretilerek “Çıkıntı” kelimesi kullanıldı.
.
Tiyatrolar da sansürden kaçamıyordu.
“Kral Oidipus, Kral Lear, Hamlet ve Macbeth” gibi kralların tahttan indirildiği veya “Cyrano de Bergerac” gibi büyük burunlu aktörlerin rol aldığı oyunlar yasaklanmıştı…
.
Tüm bunları okuyunca bize yabancı gelmiyor gibi.
Ama ben çıkaramadım bir türlü…
.
Hani yargının denetim altında tutulması,
İstenilen davalara müdahale,
Jurnalcilik,
Sansür,
Bir gecede değişen sadrazamlar ile nazırlar…
Ne günlermiş ama.
Allah’tan günümüzde yok böyle şeyler…
***
SANSÜR ÖRNEKLERİ
Sansür konusunda birçok örnek var.
Öylesine komik ki.
2022 yılına geldik hala bazılarının devam etmesi sizce de şaşırtıcı değil mi?
.
Hüseyin Cahit Yalçın da Edebiyat Anıları’nda şunları yazıyor:
Bana merak olan nokta şudur:
Acaba burun sözünün basında yasaklandığı Abdülhamid’e söylense çevredekiler bu dalkavukluğu, bu yasağı hangi yolla açıklayacaklardı?
Yeryüzü halifesine, “Şevketli efendimiz, sizin pek biçimsiz bir burnunuz var da onun için bu sözü yasak ettik” mi diyeceklerdi.
Herhalde onların ne diyeceklerini bilmem ama ben İzlanda Balıkçısı’nı çevirirken coğrafyayla ilgili burun sözü geldikçe “karaların denizlere doğru ilerlemiş bölümleri” diye yazıyordum.
.
Bir örnek daha:
Tahttan indirilen V. Murat’ı akla getirecek Murat ve Muradiye sözcükleri kullanılamayacağı için, 1904 yılında Bursa’daki Muradiye Camii’nin onarımının bittiği ve açılış töreni yapıldığı haberi şöyle anlatılmaktadır:
“Ebülfeth Sultan Mehmet Han Hazretlerinin pederi cennet makarlarının Bursa’daki cami-i şerifi mükemmelen tamir edilmiş…”
Dikkat edin, haberin konusu Muradiye Camii ama sansür yüzünden caminin adı hiçbir yerde geçmiyor!
.
Dizgi yanlışları ve Arap harflerinin yazılışından “İleri gelebilecek” yanlış okumalar da sansürün denetiminden kaçmamaktadır.
Denetimden kaçan yanlışlar da gazeteye, gazeteciye pahalıya mal olmaktadır.
Örneğin “Tahtakurusu” sözü, “Tahtı kurusun” biçiminde okunabileceği için sansürce yasaklanmış.
Devletin resmi gazetesi Takvim-i Vekayi, “Hollanda kraliçesine bir nişan itası”nı (verilmesini) konu alan haberdeki “Nişan itası” sözü “Nişan hatası” olarak çıktığı için kapatılmış.
Saraya verilen jurnale göre, böylelikle 12 yaşındaki bir çocuğa nişan verilmekle hata edildiği belirtilmek isteniyordu.
***
NAMIK KEMAL
“Ölürsem görmeden millette ümit ettiğim feyzi,
Yazılsın seng-i kabrimde vatan mahzun, ben mahzun.”
Bu satırların sahibi elbette Namık Kemal’di.
.
2 Aralık 1888 günü, 48 yaşında hayata gözlerini yuman Namık Kemal, ardında vasiyet olarak bu mısraları bıraktı.
.
Jön Türklerin en büyük fikri önderi istibdadın 10. yılında “Hürriyet”e tekrar kavuşamadan vefat edince vasiyetine uygun olarak mezar taşına da bu mısralar yazıldı.
.
7 Haziran 1865 yılında Belgrad Ormanı’nda gizlice buluşan Namık Kemal ve beş arkadaşı burada ettikleri yeminle “Hürriyet Mücadelesini” başlatmıştı.
O gün olduğu gibi ömrünün kalanında da fikri mücadeleyi savundu.
Gazeteler çıkardı, makaleler yayınladı, kitaplar yazdı.
“Vatan” piyesinin sergilendiği gece İstanbul halkını “Yaşasın vatan, yaşasın hürriyet!” nidalarıyla sokaklara dökmeyi başardı.
.
Ardından sürgünler gördü, zindanlara atıldı.
.
Mücadeleyi İstanbul’dan Paris’e oradan Viyana’ya sonra tekrar İstanbul’a taşıdı. Öldüğünde ardında vatan, millet ve hürriyet kavramlarını miras olarak bıraktı.
.
Onun fikirleri, vatan ve hürriyet aşkı ardından gelecek olan Jön Türklerin ve Cumhuriyet devrimcilerinin şiarı oldu.
.
Mustafa Kemal onun kendisine olan tesirini şöyle açıklayacaktı:
“Bedenimim babası Ali Rıza Efendi,
Hislerimin babası Namık Kemal,
Fikirlerimin babası ise Ziya Gökalp’tir.”
.
7 Haziran 1865 günü Belgrad Ormanı’nda buluşan altı arkadaşın ettiği yeminle başlayan mücadele, 24 Temmuz 1908 günü ilan edilen Meşrutiyet ile yeni bir boyuta taşınmış ve 29 Ekim 1923 günü Ankara’da ilan edilen Cumhuriyet ile büyük bir zafer kazanmıştı…