Düşünün… Bir koltukta oturmuşsunuz. Dizinizin dibinde torununuzun başını okşuyorsunuz. Ne mutlu size. Her halde dünyadaki en büyük mutluluklardan biridir bu görüntü.
Düşünün…
Bir koltukta oturmuşsunuz.
Dizinizin dibinde torununuzun başını okşuyorsunuz.
Ne mutlu size.
Her halde dünyadaki en büyük mutluluklardan biridir bu görüntü.
.
Derken torun başını size doğru kaldırıyor ve soruyor:
-“Dede, bugün 19 Mayıs… Atatürk’ün Samsun’a çıkışının yıl dönümü değil mi?”
-“Evet yavrum…”
-“Peki dede, neden Samsun’a çıkmış?”
.
Buyrun anlatın.
.
Elbet bu sorunun cevabını bilirsiniz de nereden başlayacaksınız?
Nasıl anlatacaksınız?
.
Önce Samsun’un o yıllardaki öneminden, durumundan başlarsınız sanırım:
“Samsun işgal kuvvetleri için önemli noktalardan biriydi.
Stratejik bakımdan büyük öneme sahipti ve Karadeniz’den Orta Anadolu’ya açılan en rahat ve güvenilir bir kapıydı.
İngilizler 9 Mart 1919 tarihinde Samsun’a askerî birlik çıkarmışlardı.
Buna tepki olarak Türk Makinalı Tüfek birliğinden Hamdi adındaki bir teğmenin askerlerini alarak dağa çıkması dikkatleri bu bölgeye çekti ve İngiliz Yüksek Komiserliği’nin de Türk halkının silahlandığı konusundaki şikâyetleri üzerine bu bölgeye güvenilir bir kumandanın olağanüstü yetkilerle gönderilmesine karar verildi.
Bu kumandan Mustafa Kemal Atatürk’tü ve Atatürk, uzun zamandan beri ülkenin içinde bulunduğu bu umutsuz duruma üzülüyor ve bir şeyler yapmak için Anadolu’ya geçmek istiyordu.
Bu O’nun için bulunmaz fırsattır.”
.
O tarihte İstanbul İngilizler tarafından işgal edilmişti.
Boğaza giriş ve çıkışlar İngilizler tarafından kontrol ediliyordu.
Kısaca onların izni olmadan boğazdan çıkmak imkânsız gibi bir şeydi.
.
Atatürk’e bu görevi Padişah Vahdettin vermişti.
Atatürk’ün anlattığına göre görevlendirme sırasında Vahdettin ile aralarında şöyle bir konuşma geçmişti:
-“Paşa, Paşa!... Şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin! Bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir! Bunları unutun, dedi, asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden daha önemli olabilir...Paşa, Paşa...Devleti kurtarabilirsin!...”
.
“Bu sözlerden hayrete düştüm. Acaba Vahdettin benimle içtenlikle mi konuşuyor? O Vahdettin ki... Bütün yaptıklarından pişman mı olmuştur?
Aldatıldığını mı anlamıştı?
Fakat böyle bir yorum ile başka konulara girişmeyi ürkütücü saydım, kendine karşılık verdim:
-‘Kişiliğe güveninize ve bana bunca yüz verişinize teşekkür ederim... Elimden gelen hizmeti esirgemeyeceğime lütfen güveniniz...’ dedim…”
.
Atatürk bu konuşmada plânlarının sezilmiş olabileceği duygusuna kapılmıştı ama O’nu bekleyen ve O’na güvenen bir “Türk Milleti” vardı.
.
Atatürk'ün Samsun’a çıkışında gördüğü manzara pek parlak değildi.
Şehirde “İngiliz İşgal Kuvvetleri” vardı. “Pontusçular” sokaklarda kol geziyordu.
Halk kendisini koruyamayacak durumdaydı.
Atatürk bugün müze haline getirilen Hıntıka Palas’ta kaldıkları süre içinde hep bu sorunları düşündü, yolculukta geçirdiği uykusuz geceler sona ermemişti;
Şimdi de burada uykusuz geceler başlıyordu.
Ama O’nda ve O’nun gibi düşünenlerde bu azim oldukça hiçbir engel aşılmaz değildi.
.
-“Peki dede, Atatürk Samsun’a neden çıktığını hala anlatmadın?
-“Şimdi oraya geldim işte. Bak sevgili Atatürk kendi ağzından o günkü memleketin halini nasıl anlatıyor…”
.
“1919 yılı Mayısının 19’uncu günü Samsun’a çıktım. Ülkenin genel durumu ve görünüşü şöyledir:
Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu grup, I. Dünya Savaşı’nda yenilmiş, Osmanlı ordusu her tarafta zedelenmiş, şartları ağır bir ateşkes anlaşması imzalanmış.
Büyük Savaş’ın uzun yılları boyunca millet yorgun ve fakir bir durumda.
Milleti ve memleketi I. Dünya Savaşı’na sürükleyenler, kendi hayatlarını kurtarma kaygısına düşerek memleketten kaçmışlar.
Saltanat ve hilâfet makamında oturan Vahdettin, şahsını ve bir de tahtını koruyabileceğini hayal ettiği alçakça tedbirler araştırmakta.
Damat Ferit Paşa’nın başkanlığındaki hükûmet âciz, haysiyetsiz ve korkak.
Yalnız padişahın iradesine boyun eğmekte ve onunla birlikte kendilerini koruyabilecekleri herhangi bir duruma razı.
Ordunun elinden silâhları ve cephanesi alınmış ve alınmakta…
İtilâf Devletleri, ateşkes anlaşmasının hükümlerine uymayı gerekli bulmuyorlar. Birer bahane ile İtilâf donanmaları ve askerleri İstanbul’da.
Adana ili Fransızlar;
Urfa, Maraş, Ayıntap (Gaziantep) İngilizler tarafından işgal edilmiş.
Antalya ve Konya’da İtalyan askerî birlikleri, Merzifon ve Samsun’da İngiliz askerleri bulunuyor.
Her tarafta yabancı subay ve memurlar ile özel ajanlar faaliyette.
Nihayet, konuşmamıza başlangıç olarak aldığımız tarihten dört gün önce, 15 Mayıs 1919’da, İtilâf Devletleri’nin uygun bulması ile Yunan ordusu da İzmir’e çıkartılıyor.
Bundan başka, memleketin her tarafında Hristiyan azınlıklar gizli veya açıktan açığa kendi özel emel ve maksatlarını gerçekleştirmeye, devleti bir an önce çökertmeye çalışıyorlar.
Sonradan elde edilen güvenilir bilgi ve belgelerle iyice anlaşılmıştır ki, İstanbul Rum Patrikhanesi’nde kurulan Mavri Mira Hey’eti illerde çeteler kurmak ve idare etmek, gösteri toplantıları ve propagandalar yaptırmakla meşgul.
Yunan Kızılhaç’ı ve Resmî Göçmenler Komisyonu, Mavri Mira Heyeti’nin çalışmalarını kolaylaştırmakla görevli.
Mavri Mira Hey’eti tarafından yönetilen Rum okullarının izci teşkilâtları, yirmi yaşından yukarı gençleri de içine almak üzere her yerde kuruluşunu tamamlıyor.
Ermeni Patriği Zaven Efendi de, Mavri Mira Hey’eti ile birlikte çalışıyor.
Ermeni hazırlığı da tıpkı Rum hazırlığı gibi ilerliyor.
Trabzon, Samsun ve bütün Karadeniz sahillerinde örgütlenmiş olan ve İstanbul’daki merkeze bağlı bulunan Pontus Cemiyeti hiç bir engelle karşılaşmadan kolaylıkla ve başarıyla çalışıyor…”
.
-“İşte böyle evladım… Durumu idrak ettin mi bilmem. Vatan resmen işgal altında. Bu durumu tersine çevirmek ve vatanımızı tekrar ele geçirmek için Atatürk ve arkadaşları bir mücadeleye girdiler…”
-“Peki sonra ne yaptı?”
-“Bak anlatayım…”
.
Samsunlular Atatürk’ü coşkun bir törenle karşıladılar.
Samsun’a geldiğinin ilk günü emrindeki valilikler ve kolordu komutanlıklarından bölgenin asayiş durumunu sordu, ertesi gün Sadrazam Damat Ferid’e, “İzmir’in işgalini milletin asla kabul etmeyeceğini...” telle bildirirken Erzurum’daki 15. Kolordu Komutanı Kazım (Karabekir) Paşa ile de bağlantı kurdu.
Samsun’a gelişinin dördüncü ve beşinci günleri, İstanbul Hükümetinin ve hele itilaf Devletlerinin kuşku duyacağı davranışları ile dikkatleri üzerinde toplamış bulunuyordu.
25 Mayıs 1919'da da “...bazı şikâyetleri yerinde tetkik ve tedbir almak üzere karargâhı, Havza’ya nakledeceği” gerekçesiyle Havza'ya geldi.
Havza’ya gelişinin ertesi günü, 26 Mayıs 1919’da, Havza Belediye Başkanı İbrahim ve Havza ileri gelenlerinin ziyaretlerini kabul eden Atatürk, onlara: “Hiçbir zaman ümitsiz olmayacağız, çalışacağız, memleketi kurtaracağız.” dedi.
Bundan sonra olaylar bilindiği gibi, hızla gelişti.
Atatürk, işgal devletlerine ve İstanbul Hükümetinin olumsuz tutumlarına karşı ilk direniş hareketlerini Havza’da başlatmış ve 13 Haziran 1919’da da Karargâhını Amasya’ya taşımıştı.
.
-“Sonra ne oldu dede?”
-“Sonrası malum… Kurtuluş savaşı ve zafer… Şu anda biz şu rahat imkânlarla yaşayabiliyorsak, tamamen Atatürk’e borçluyuz…”
-“Atatürk bizi çok seviyordu değil mi dede? Baksana Cumhuriyeti bize emanet etmiş…”
-“19 Mayıs Gençlik Bayramı olarak kutlanır. Çünkü siz bizim geleceğimizsiniz. Bundan böyle hepiniz birer Atatürk olarak yetişecek ve yaşayacaksınız. Kendinizi değil, vatanı, milleti düşünerek yaşayıp, Türkiye Cumhuriyeti’ni geleceğe ilelebet yaşatacaksınız…”
-“Dedeciğim ‘Gençliğe Hitabesi’nde de aynı şeyleri söylemişti…”
-“Sen nereden biliyorsun bakayım?”
-“Ben hitabeyi ezbere biliyorum da ondan dedeciğim…”
-“Şöyle ayağa kalk ve söyle bakalım bir dinleyelim…”
-“ Ey Türk gençliği!
Birinci vazifen; Türk istiklalini, Türk cumhuriyetini, ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir.
Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur.
Bu temel, senin en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek dâhilî ve haricî bedhahların olacaktır.
Bir gün, istiklal ve cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şeraitini düşünmeyeceksin.
Bu imkân ve şerait, çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir.
İstiklal ve cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler.
Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir.
Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dâhilinde iktidara sahip olanlar, gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler.
Hatta bu iktidar sahipleri, şahsi menfaatlerini müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler.
Millet, fakr-u zaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir.
Ey Türk istikbalinin evladı!
İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen, Türk istiklal ve cumhuriyetini kurtarmaktır. Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur.
Mustafa Kemal Atatürk…”
-“Vay! Vay! Vay!… Ağlattın beni eşek sıpası… Gel bakayım yanıma şöyle… Nasıl ezberledin bu kadar şeyi?”
-“Dedeciğim Atatürk canını dişine takmış ve neler yapmış gıkını bile çıkarmamış, bırak da biz şu kadarcık hitabeyi ezberleyelim artık…”