Şu satırlarda, “Cumhuriyet bizim alfabemizi, dilimizi hasılı bütün düşünme setlerimizi yok etmiştir. Bugün konuştuğumuz Türkçenin düşünce üretebilmesi mümkün değildir…”  diye yazsam.

Bu Cumhuriyeti aşağılama kapsamına girer mi?
Yoksa eleştirimi olur?
.
Bunları söyleyen malumunuz AKP Grup Başkanvekili Mahir Ünal.
.
Bu sözlere tarihçiler yanıt verdi.
Şöyle ki:
Prof. Dr. Hakkı Uyar dedi ki:
“Osmanlı Devleti, Türk tarihinin en büyük ve en uzun ömürlü devletidir. Ancak 20. yüzyılın başına gelindiğinde çökmüştür. Çünkü modernleşme çabaları kısmi ve yüzeysel kaldı. Ama diğer taraftan Cumhuriyeti kuran kadrolar da o modernleşme çabasının ürünü olarak yetiştiler. Atatürk de bunlardan biriydi. Atatürk ve kuşağı, Osmanlı’nın çöküşünü dış güçlere ve komplolara bağlamadılar”
.
“Okur yazarlık oranı yüzde 3’ün altındaydı. Harf Devrimi ile kısa sürede okuryazarlık tarihimizin en yüksek oranına ulaştı. 1950’de oran yüzde 32’ydi. Bugünkü başarı da Harf Devrimi’nin ne kadar doğru olduğunu göstermektedir. Osmanlı alfabesine geçerken bir gecede cahil kalmadık. Toplumun yüzde 95’inin bilmediği bir alfabeyi değiştirmek de bizi cahil bırakmaz.”
.
Doç. Dr. Mehmet Emin Elmacı ise şöyle diyor:
“Belli bir kesimin 1950’lerden beri söylediği yalanlar bunlar. Acı olan kendileri de bu devrimlerin aslında neden yapıldığını bilmelerine rağmen yalanları hep sıkıntılı zamanlarda oy için kullanmalarıdır…”
.
Şimdi gelelim şu ansiklopedik bilgilere.
.
Osmanlıca dediğimiz lisanın aslında 19. yüzyılda “Osmanlıcılık akımının ortaya çıktığı dönemde” rastlanmış.
.
Osmanlıcanın “Lisan-ı Osmani”, “Osmanlı lisanı” diye adlandırılmasına özellikle Bu adlandırmaya ünlü sözlükçü, yazar Şemseddin Sami şu sözlerle karşı çıkmış ve tıpkı Kaşgarlı Mahmud, Yusuf Ulug Has Hacib, Ali Şir Nevai gibi dilin adının “Türkçe” olduğunu ifade etmiş.
.
Söylediğimiz lisan ne lisanıdır ve nereden çıkmıştır?
Osmanlı Lisan-ı tabirini pek de doğru görmüyoruz çünkü bu unvan Selâtin-i Osmaniye’nin birincisi, Fatih-i meşhurun nam-ı âlilerine nisbetle müşarünileyhin tesis etmiş oldukları bir devletin unvanıdır. Hâlbuki lisan ve cinsiyet müşarünileyhin zuhurundan ve bu devletin tesisinden eskidir.
Asıl bu lisanla mütekellim olan kavmin ismi “Türk” ve söyledikleri lisanın ismi dahi “Lisan-ı Türkî”dir.
Cühela-yı avam indinde mezmum addolunan ve yalnız Anadolu köylülerine ıtlak edilmek istenilen bu isim intisabıyla iftihar olunacak bir büyük ümmetin ismidir.
.
Klasik devirde “Osmanlı Türkçesi” ayrı bir dil olarak algılanmamış, üç dilden (elsine-i selase) oluşan bir karışım olarak görülmüş.
.
“Türkçe” ise, evde, sokakta ve köyde konuşulan basit dile verilen addı.
.
Ancak 19. yüzyılda standart bir yazı dili ihtiyacının belirmesiyle birlikte Osmanlı dili tartışmaları yoğunlaştı.
Bu dilin belkemiğini oluşturan Türkçenin güçlendirilmesi ve yazı dilinin Türkçe konuşma diline yaklaştırılmasına ilişkin talepler Şinasi, Ali Suavi, Ahmet Vefik Paşa gibi yazarlarca dile getirildi.
19. yüzyıl sonlarında doğan Türkçülük akımı, Osmanlı yazı dilinin esasen Türkçe olduğu ve “Türkçe” diye adlandırılması gerektiğini vurgulamış.
.
Kısaca şöyle tarif ediliyor:
“Osmanlı yönetici sınıfının ve eğitimli seçkinlerin kullandığı bir yazışma ve edebiyat dili olan Osmanlıca, günlük hayatta konuşulan bir dil olmamıştır.”
.
“En belirgin özelliği, Türkçe cümle altyapısı üzerinde, İslam dünyasının klasik kültür dilleri olan Arapça ve Farsçayı serbestçe kullanma olanağı tanımasıdır…”

O devirde yazılan metin örnekleri:
Şeyhülislam Esad Efendi’nin 1725-32 yılları arasında yazılan “Lehcet-ül Lugat” isimli sözlüğünün önsözü 18. yüzyıl Osmanlıcanın özellikle rafine bir örneği olarak sunulmuş:
“Amed-i medid ve ahd-i ba’iddir ki daniş-gâh-ı istifadede nihade-i zanu-yı taleb etmekle arzu-yı kesb-i edeb kılıp gerçi irre-i ahen-i berd-i gûşiş-i bî-müzd zerre-i fulad-ı fu'ad-ı infihamı hıred edemeyip şecere bî-semere-i isti'daddan yek-bar-ı imkân intişar-ı nüşare-i asar-ı hayr-ül me'ad as'ab-ı min-hart-ül katad olup ancak piş-nigâh-ı ihvan ve hullanda hem-ayar-ı nühas-ı hassas olan hey'et-i danişveriyi zaharif-i tafazzul ile temviye ve tezyin edip bezm-gâh-ı sühan-gûyanda iksar-ı sersere ile ser-halka-i ihvab-ı hava-ayin olmuş idim.”.
.
1790 dolayında yazılan bir yemek kitabından alınan bu bölüm, Osmanlıcanın nispeten sade bir örneği:
“Türkîde turunc dediğimiz mîveye Farisî’de narenc denir.
Portakal derler, İstanbul’da şekerden leziz zuhur etmeye başladı.
Hatta nev-zuhur Frenk hekimleri, ‘Asitane sahil-i bahr ve ahalisi et’ime-i mütenevvia ile aluf ve fesad-ı dem hasebiyle iskorpit illetine mübtelalardır. Elbet beher yevm bir dane portakal ekli lazımdır ve vacibdir.’
Maa-haza kendüleri illet-i müstekreh-i frengîden muallel olup bahusus oldukları arzda portakalı ancak kibarı görebildiğinden Asitane’de kesreti kendülerini hayran eylediğinden hezeyan-ı gûna-gûn ederler.
Maa-haza alil-ül mizac olan ihvana muzır olmak melhuzdur.”
.
Dönemin konuşma Türkçesinin sesini, klasik Osmanlı eğitimi almış yazarların metinlerinde tanımak çok güçtür.
Buna karşılık Osmanlı eğitimi almamış bir İstanbullu Ermeni’ye ait olan bu metinde, günümüz Türkçesinden hemen hemen farksız bir sokak diliyle karşılaşılıyor.
1736 yılında İran sefaret heyetine müzisyen olarak katılan Tamburi Artin Efendi’nin seyahatnamesi, Ermeni harfleriyle Türkçe olarak kaleme alınmıştır.
“Yezd ile Kerman arasında kum deryası dedikleri vardır ki inceliği ve beyazlığı saat kumu gibidir ve bir köyleri vardır ki yolcular konar.
Damlara ve sokaklara bir adam nazar etse gûya kar yağmış sanır.
Yol üzerinde bir buçuk, iki saat çekecek kadar yerde kule gibi miller yapılıdır ki karşına tutar da öyle gidersin.
Eğer o milleri sağına veya soluna alır isen, yolu şaşırırsın ve birer ikişer minare derinliğinde kum ile dolmuş hendekler vardır ki hiç belli değil.
Atın ayağı eğer oralara basacak olursa kurtulmak muhaldır.
Çabalandıkça batar gider.”
.
“Cumhuriyet bizim alfabemizi yok etmiştir” diyenler acaba hangi alfabeden bahsetmiştir?
.
Ortada kaybolan alfabe değil, meğer içine yabancı kelimeler sokuşturulan bir Türk lisanı varmış.
.
Şimdi sadeleştiğine göre, anlaşılmak daha kolay.
İfade etmek daha kolay.
Ünal’ın, “Bugün konuştuğumuz Türkçenin düşünce üretebilmesi mümkün değildir” diyerek, “düşüncesini ifade etmesi” ne kadar ilginç?
 
***
BEYNİMİ YEME
“Yedin bitirdin beni… Beynimi yedin sabahtan beri” şeklinde başlayan bir cümleyi hepimiz duymuşuzdur.
.
Uzun süren ve sonuca ulaşılamayan ve genellikle aile kavgalarında söylenen bir cümledir bu.
.
Beyin yeniyor elbet.
Çorbası, salatası mükemmel olur.
Ancak bu aralar fazla kaçırınca kolesterolüm resmen amuda kalkıyor.
İlacım bile ne yapacağını şaşırıyor, müdahale etmeye çalışıyor ama nafile.
Sonunda “Yuh artık” diyerek beyinle uğraşmaktan vaz geçiyor.
.
Yılda bir kere yediğim beyinin bana zararı dokunmayacağını umarak, esas konuma dönmek istiyorum.
.
Beyin yemekle ilgili bir haber vardı.
Şöyleydi:
“Amerika’da Teksas’ta bir çocuk beyin yiyen amip nedeniyle hayatını kaybetti…”
.
Tıptaki adı “Naegleria fowleri” olan beyin yiyen amip, insanın beynini yiyormuş.
.
Adı açıklanmayan çocuk parka gidip oynadıktan sonra rahatsızlanmış ve 5 Eylül’de hastaneye kaldırılmış ve ne yazık ki 11 Eylül’de hayatını kaybetmiş.
.
ABD’deki Hastalık Kontrol ve Korunma Merkezi (CDC) de “Amip” in parktaki varlığını ve çocuğun ölümüne sebep olduğunu doğrulamış.
.
Beyin yiyen ve ölümcül bir amip türü olan “Naegleria fowleri” göl, nehir ya da sıcak kaynak suları gibi ılık ve tatlı sularda yaşıyormuş.
Bu tek hücreli organizma burun yoluyla vücuda giriyor.
CDC verilerine göre kentte 2010-2019 tarihlerinde 34 kişide beyin yiyen amip nedeniyle enfeksiyon görülmüş.
.
Daha haberin mürekkebi kurumadan başka haber yine Amerika’dan geldi.
.
Las Vegas kentinin sınırları içinde yer aldığı Nevada Eyaletinin sağlık dairesi yetkilileri, adı ve yaşını açıklamadıkları gencin, 30 Eylül’de Mead Gölü’ne girdiğini ve orada organizmaya maruz kaldığını duyurdu.
.
Epidemiyolog Brian Labus, “Adı nedeniyle çok dikkat çekiyor ve ürkütüyor insanları. Çok çok nadir rastlanan bir hastalık. Paniğe gerek yok ama bilinçli olalım. Bu organizma, 25-46 derece sıcaklıktaki sularda olabiliyor” dedi.
.
Haber şöyle bitiyor;
“ABD Hastalık Kontrol ve Korunma Merkezleri’nin verilerine göre ülkede 1962’den beri 154 beyin yiyen amip vakası görüldü. Vakaların yarısı Teksas ve Florida eyaletlerinde kayda geçti. Ölüm oranı yüzde 97. Belirtiler maruz kalındıktan sonraki 1-12 günlük süreçte görülebiliyor. Etkili bir tedavisi yok.”
.
Şu kalan ömrümüzde daha neleri göreceğiz Allah bilir.
Dünyaya yaşamaya değil de çile çekmeye geldik sanki.
Corona’yı yeni atlatmışken şimdi de “Beyin yiyen Amip” ile mi savaşacağız?
Yoksa, telaşlanmamıza gerek yok mu…!