“Tarih tekerrürden ibarettir” derler.
Bazen insanın “Haydi canım olur mu öyle şey” diyesi varken, bazen de “Doğruymuş” diyerek onaylayası geliyor.
.
Günümüzde iktidar sahipleri “Her ne kadar inkar etse” de, ekonomik çöküntü içinde olduğumuzu sadece biz vatandaşlar değil, cümle âlem biliyor.
.
Öyle bir çökme ki, 20 senedir memleketi idare eden iktidar sahipleri, hala ekonomiyi öğrenemedi insan ona yanıyor.
.
Global dünyanın ekonomi kanunlarını uygulamaya kalktılar olmadı,
Nas kanunları ile uyguladılar olmadı,
“Amerika’dan” bilirkişi geldi olmadı,
“İngiltere’den” geldi olmadı.
.
“Tasarruf tedbirleri uygulanmalı” dendi, kimsenin işine gelmedi.
Bir de seçim ekonomisi girdi araya ve sonunda kamyon ağaca tosladı.
Çöktük.
.
Tarihe bakınca sadece biz değil, bu topraklarda yaşamış Osmanlı da aynı çöküntüyü yaşamış.
Onlar da 500 sene memleket idare etmişler ama “Bazı kuralları es geçince çökmekten kurtulamamışlar.”
.
Hani “Tarih Tekerrür eder” yazdım ya, doğruymuş meğer.
.
Sosyal medyadan bu konuya uygun bir yazı buldum, “Osmanlı’yla ilgili.”
Umarım ilginizi çekecektir.
.
Yazı şöyle:
Ekonomik iflasını açıklayan Osmanlı Devleti’nin 1881 yılında “Bütün varlıklarına el konuldu.”
İğneden ipliğe Yahudi İtalyan, Ermeni, Fransız tacirler İstanbul’a dolmuştu.
.
Abdülhamid bu kadar borcun üzerine yeni borçlar ekledi.
Osmanlı 15 defa büyük borç aldı.
Ama faizini bile ödeyemez olmuştu.
Osmanlının hazinesine el koyan Avrupa, bugün “İstanbul Erkek Lisesi” olan binaya “Düyun-u Umumiye”yi yerleştirip borçları tahsil etmeye çalıştı.
.
Yani hazine ecnebilerin yönetimine geçti.
.
Borçlar ödenmedikçe Abdülhamid, “Avrupalı tefecilere Tekeli verdi” teker teker milli varlıkları kaybettik:
“Demir yolları,
İplik, Fındık,
Pamuk Kömür,
Tekstil Demir Çelik,
Tuğla, Kireç” ne kadar iş varsa Avrupalılara satıldı.
.
Haliç ecnebi fabrikalarla doldu.
Tarlabaşı Avrupa’dan gelen tüccarların görkemli evleriyle bezendi.
.
Zenginler, İstiklal Caddesi ve Sıraselvilere yerleşti.
Bugün İstanbul’da gördüğümüz şahane binaların çoğu o dönemlere aittir.
.
Türkler ise yüzlerce yıldır tamir gören, yamalı bohçaya benzer tahta evlerde otururdu.
Bu evler Fatih ve Süleymaniye’nin arka sokaklarında bulunurdu.
.
Abdülhamid döneminde yüzlerce Kilise ve Sinagog açıldı.
.
İşte o tarihte Avrupa’dan gelen zenginleri ağırlamak için 5 yıldızlı bir otel yapıldı.
“Pera Palace…”
Rumca “Yokuş Sarayı” demekti.
Fransa’dan trene binip Sirkeci’de inen Avrupa jet sosyetesi, tren garından bu otele Türk hamalların sırtında özel tahtlarla taşınırdı.
.
Aslında batı emperyalizm İstanbul’u, Vahdettin döneminde değil, Abdülhamid döneminde çoktan ele geçirmişti...
.
Ramazan Kararnamesi olarak da bilinen Muharrem Kararnamesi; 30 Ekim 1875 tarihinde Abdülaziz döneminde “Osmanlı’nın borçlarını ödeyemeyecek hale geldiğini ve iflas ettiğini” açıkladığı kararnameydi.
.
Osmanlı yönetimi bu dönemde hem iç hem de dış kaynaklardan yüksek miktarda borçlar almıştı.
Elindeki parayı doğru şekilde yönetememişti.
Bu durum da daha fazla kişiden (bazı kaynaklara göre 15 farklı kaynaktan borçlanma yapıldı) daha fazla borç alınmasına neden oldu.
.
Osmanlı yönetimi artık işin içinden çıkılmaz hale geldiğini anladığı zaman Muharrem Kararnamesini yayınladı.
Bu kararname ile Osmanlı Devleti ödemesi gereken tüm paranın yarısını ödeyeceğini, kalan yarısını ise %5 faiz ile ödeyeceğini açıkladı.
.
Ama sonunda toplam borcun yarısını bile ödeyemedi ve alınan bazı iç borçların ödenemeyeceği açıklandı.
Kısacası bu kararname;
Osmanlı Devleti’nin ekonomik olarak iflas ettiğinin somut bir kanıtıydı.
.
Bu iflas durumu, Osmanlı Devleti’nin hem içerideki hem de dışarıdaki ilişkilerini olumsuz etkiledi ve Osmanlı Devleti’ne karşı duyulan saygı ve güven bağları zarar gördü.
.
Bu kararname sonrasında dış ülkeler Osmanlı Devleti ile ticari işler yapmaktan çekindiler.
Güvenerek verdikleri parayı kaybetme korkusuyla Osmanlı’ya daha az tolerans gösterdiler.
.
Osmanlı Devleti işte tüm bu ekonomik sorunlara karşılık resmi bir çözüm olarak “Muharrem Kararnamesini” imzalamıştı.
.
Ülkenin iç ve dış borçlarını daha iyi denetlemek amacıyla Düyun-u Umumiye kuruldu.
.
1882 yılında çalışmaya başlayan “Düyun-u Umumiye İdaresi”nin yönetim kurulu;
İngiliz ve Hollandalı, Fransız, Alman, Avusturyalı, İtalyan ve Osmanlı tebaasından olmak üzere 7 kişiden oluşuyordu.
.
“Düyun-u Umumiye İdaresi” bu gelirleri toplayarak iç ve dış borçların alacaklılarına ödemeye başladı.
Osmanlı İmparatorluğu’nun gelirlerinin yaklaşık üçte biri bu idarece tahsil ediliyordu.
.
Böylece “Düyun-u Umumiye İdaresi”, Osmanlı İmparatorluğunun bağımsız bir devlet olarak “Maliyesini yönetme, Vergi koyma ya da kaldırma, Vergi oranlarını değiştirme” gibi hükümranlık haklarının bir bölümünü elinden almış oluyordu.
.
1883 yılında “Memalik-i Şahane Duhanları Müşterekül Menfaa Reji Şirketi” kısaca “Reji İdaresi” adı altında yabancı sermayeli bir şirket kuruldu.
Osmanlı Devleti, 30 yıl süreyle en önemli gelir kaynakları olan “Tütün, Tuz ve Kahveden toplanan vergileri” alacaklı ülkelerin kurduğu özel “Reji İdaresi”ne bıraktı.
.
Şirketin sermaye sahiplerinin çoğu “Rotschild Ailesi”nin sahibi olduğu bankalardı.
.
Reji İdaresinin kurulması, Düyun-u Umumiye İdaresinin kurulmasıyla büyük ölçüde elden çıkmış olan mali bağımsızlığın yitirilişinin tescili oldu.
.
Kurtuluş savaşı sırasında Ankara Hükümeti “Düyun-u Umumiye İdaresi”nin topladığı bütün gelirlere el koydu.
Lozan Antlaşmasıyla bu kurumun işleyişine son verildi.
.
“Reji İdaresi”, özel şirket olduğu için onun paylarının satın alınarak işleyişine son verilmesi gerekiyordu, o da 1925 yılında tamamlandı.
.
Osmanlı borçları Lozan Antlaşması’yla İmparatorluğu oluşturan ülkelere paylaştırıldı.
.
En büyük pay Türkiye Cumhuriyeti’ne düştü.
1928’de yapılan Paris Sözleşmesiyle belirlenen ödeme planı çerçevesinde borçlar, 1929 yılında ödenmeye başlayacaktı.
1929 yılında yayılan “Büyük Depresyon” bütün dünyayı ciddi biçimde etkileyince Türkiye, borçlar meselesini yeniden gündeme getirdi.
“İndirim yapılmasını, ödeme taksit ve sürelerinin yeniden belirlenmesini” istedi, aksi takdirde bu borçların ödenemeyeceğini bildirdi.
.
Bunun üzerine borçlar meclisi toplantıları 1930 yılında yeniden başladı.
1933 yılında imzalanan “Paris Sözleşmesi” İle Türkiye'nin ödemesi gereken Osmanlı borçları tutarı ciddi oranda düşürüldü.
.
Türkiye, bir süre sonra bu sözleşmeye de itiraz ederek ödeme sürelerinin yeniden düzenlenmesini istedi.
.
1936 yılında Osmanlı’dan bize kalan borçlar yeniden bir ödeme planına bağlandı ve bu yeni şekliyle ödenmeye başlandı.
.
Osmanlı Maliyesinin kendi vergilerini toplama yetkisini kaybetmesi sonucu koskoca imparatorluğun mali bağımsızlığından olması Sultan II. Abdülhamid zamanında kurulan Rüsum-u Sitte İdaresi, ardından da Düyun-u Umumiye İdaresi ve Reji İdaresiyle oldu.
.
Mali bağımsızlığımıza yeniden kavuşmamız ise Mustafa Kemal Atatürk başta olmak üzere Cumhuriyetin kurucu kadrosunun bize armağanıdır.
.
Borçların tamamı, 1954 yılında son taksiti Türkiye Cumhuriyeti tarafından ödenerek tamamlanmış oldu.
.
Elbette bu borçları ödemek kolay olmamıştı.
Atatürk Cumhuriyeti kurduğunda Türklerin elinde sadece “Çarık” kalmıştı.
Akıllı ve gerçekçi politikalar üreterek yeni Cumhuriyette sanayi ve tarım hamlesi başlattı.
Bütün kurumların başına “Türk” kelimesini koydurdu.
“Yerli Malı Haftası” o tarihte başladı Türk Çocukları, “Milli üretimi anlasın” diye.
.
Türklere ait banka bile yoktu.
Adında Osmanlı olan banka bile ecnebilere aitti.
“İşbankası” bu yüzden kuruldu.
.
Not olarak şu söylenirse;
“Moratoryum”, bir ülkenin borçlarını ödeyemeyeceğini açıklamasıdır.
Genellikle bir antlaşmayla ve yeni bir ödeme planıyla sonuçlanır.
.
Sultan II. Abdülhamid zamanında ilk “Moratoryum” ilan edilmiştir.
.
İkinci, “Moratoryum” ise, “Adnan Menderes” tarafından 1958 yılında ilan edilmişti.
.
Allah cümlemizi, “Moratoryumlardan” korusun.