Gençlik zamanlarımızda büyüklerimiz bize “Eskiden”, veya “Bizim zamanımızda” diye başlayan cümleler kurarak bir şeyler anlattığında “Acaba biz de anlatırken ne zaman ‘Eskiden’ diyeceğiz?” diye aklımda

İşte o günler nihayet geldi.

Bakın ben de artık “Eskiden” veya “Bizim zamanımızda” şeklinde başlayan cümleler kurmaya başladım.

.

Mesela;

“Bizim zamanımızda” sinema salonlarında “Kuruyemiş yemek yasaktır” şeklinde bir uyarı tabelası vardı.

Mesela;

Otobüslerde “Lütfen ayakkabılarınızı çıkarmayın” yazılı ikaz tabelaları vardı.

.

Mesela;

Sinemalarda, “Salona yiyecek sokmak yasaktır” şeklinde de tabela vardı.

“Sigara içmek yasaktır” tabelası ise yavaş yavaş konmaya başlamıştı.

.

Bu dediklerim “50 sene önceydi.”

.

İnsanoğlu ilerleme, üzerindeki vahşiliği atıp medeni bir toplum olmaya doğru giderken nihayetinde artık yaşadığı şehri, kasabayı, köyü kirletmemeyi, temiz tutmayı öğrenir.

.

Zira atacağı her çöpün kendisine doğa kirliliği veya dolaylı olarak küresel ısınma olarak geleceğini iyi bilir.

.

Bu 50 yılda bilhassa Avrupa’da sosyal yaşamdaki davranışlar, olumlu yönde ilerledi.

İnsanlar yaşadıklarından dersler aldı yetişti, büyüdü ve medenileşti.

İnsanlar ve devletler olgunlaştıkça yaşamın doğasını bulmaya, ona uymaya ve medeni davranmaya başladılar.

.

Peki bizim için “Medeni bir toplum olmanın neresindeyiz?” diye sorsam.

.

“Hala dibindeyiz” şeklinde cevap versem, yalan olmaz.

.

Geçen hafta Bozcaada’daydım.

Bugün “Türkiye’ye tatil beldelerini say” diye sorsanız Bozcaada ilk 3’te yer alır.

Vatandaşlar tatil yapmaya veya gezmeye geldikleri Bozcaada’da oldukça fazla para öderler.

Bu gezinti veya tatil için bütçelerinden ayırdıkları para oldukça fazladır.

.

Ancak!

İnanın yarattığı pislikleri toplamak için bırakın Bozcaada Belediyesi’ni, İstanbul Büyükşehir Belediyesi gelse temizleyemez.

.

Yahu mübarek!

Zaten el kadar bir Ada.

Yere toz düşse kirleniyor, uçuşuyor.

Hasbelkader geldiğin ülkenin göz bebeği bu beldeyi neden kirletiyorsun?

Neden çöpüne sahip olamıyorsun?

Kısacık şortları giyip, yaka paça açık gezerken medeni davranmış oluyorsun da, çöpünü çöp tenekesine atmak için neden medeni davranmıyorsun?

Makyajlı, botokslu, Jeep’li gezmeyi biliyorsun da, çöpünü neden usturuplu atmayı beceremiyorsun?

Saçına, başına gösterdiğin özeni, içki şişesini atıp kırarken denize neden göstermiyorsun?

Gece gece çıkardığın sarhoşluk böğürtülerinle ses kirliliği yaratıp Bozcaada sokaklarını inletmemeye neden özen göstermiyorsun?

.

Bu mu sizin medeniyet anlayışınız?

Geldiğiniz şehrin medeniyeti bu mu?

.

El aleme hayranlıkla bakanlar, yaşamak veya çalışmak için memleketini beğenmeyip yurt dışına “Medeniyete” kaçmayı planlayanlar, kendi memleketlerine gelince barbarlaşıyorlar.

Buna ne demeli?

.

Neyse bu uzun bir konu, daha sonra uzun uzun yazarım.

.

Gelelim Çanakkale insanımıza.

.

Çanakkale Belediyesi uzun yıllar sonra “Barışın Kenti”, “Kültürün Başkenti” dediği Çanakkale’ye nihayet bir “Kültür Merkezi” yaptı.

.

Oldu mu?

Hem de süper.

.

Geç te olsa;

Yapanın, yaptıranın ellerine sağlık.

.

Burada neredeyse her gün bir etkinlik var.

İnsanlarımız şehir merkezindeki bu salona akın akın geliyor.

Her seferinde neredeyse salonu dolduruyor.

.

İyi güzel.

Herkes memnun.

.

Ama ben başta olmak üzere (tahminim çalışanlar da öyle) insanlardan, seyircilerden memnun değiliz.

.

Neden?

.

Önce hikâyesini anlatayım;

Geçtiğimiz günlerde bir piyano resitali vardı.

Bir sanatçı nefis bir konser verdi.

Etkinlik ücretsizdi ve salonun yarıdan fazlası doluydu.

.

Herkes dinledi, sonunda alkışladı ve dağıldı.

.

Ortaya çıkan tablo ise inanılmazdı.

.

Koltukların arasına atılmış boş kola kutuları, kuruyemiş kabukları, peçete atıkları, naylon torbalar v.s.

.

Yahu insaf!

Bir piyano konseri.

Yani yoldan geçenin pek gelmeyeceği etkinlik.

Özel insanların, müzik tutkunlarının gelebileceği bir gösteri.

.

Peki ya sonrası?

Resmen;

Re - za - let!

.

Ben resimlerini çektim tabi.

Bu rezaleti, yapanların gözüne sokmak isterdim aslında.

.

Meşhur laf vardır;

“Millet gider Mersin’e, biz gideriz tersine.”

.

Belediye’den isteğimdir!

Lütfen eskiden olduğu gibi duvarlara şu tabelaları asın!

.

“Yerlere çöp atmak yasaktır!”

“Etkinliklere bebek getirmek yasaktır!”

“Kabuklu yemiş yemek yasaktır!”

“Lütfen! Ayakkabılarınızı çıkarmayınız!”

“Salona yiyecek sokmayınız!”

“Yüksek sesle konuşmayınız!”

“Telefonunuzu kapatınız!”

“Resim, video çekmeyiniz!”

“Koltukları özenle kullanınız!”

“Biletsiz girmeye çalışmayınız!”

“Kuyrukta beklerken başkasının önüne geçmeye çalışmayınız!”

 

TİTANİK…

Meşhur Titanik Dev Yolcu Gemisi!

Batmaz denilen gemi.

.

Bilmeyeniniz yoktur.

.

Başrollerini Leonardo DiCaprio ve Kate Winslet’in oynadığı film ile ünü daha da arttı.

.

Bu gemi ile ilgili oldukça şaşırtıcı bir yazıya rastladım sosyal medyada.

Durur muyum?

Hemen sizlerle paylaşmak istedim.

Çünkü çok ilginç.

.

İşte o yazı.

.

Tarihinin en ünlü gemisi Titanik, herkes tarafından bir deniz faciası ile tanınır, hâlbuki dev yolcu gemisinin ardında inanılmaz bir sır saklıdır.

.

“Morgan Robertson” 1861-1915 yılları arasında yaşamış “Amerikalı hikâye ve roman yazarı.”

Gençken denizcilik yapmış, sonra ise bir elmas eksperi olmuş ve New York’da kuyumculuk yapmış.

Sonra Kipling’in bir hikâyesini okuyarak “Yazar olmaya” karar vermiş.

.

1897 yılının bir kış gecesi 24. Caddedeki dairesinde yeni bir “Deniz hikâyesi” yazmayı planlamış.

.

Bu uzun bir hikâye planlamış.

Hayâlinde dev bir yolcu gemisi varmış, asla batmayan bir gemi.

Bir aşk teması üzerine kurulu olan hikâyenin kahramanları bu dev gemiye binip, İngiltere’den ABD’ye gidiyorlarmış ve aşk hikâyesi dünyanın en lüks gemisinde sürecekmiş.

Ama hikâyenin hayali kahramanları beklenmedik bir sürprizle karşılaşacaklar ve bir deniz kazası, batmaz denen gemiyi okyanusun dibine yollayacaktı.

.

Robertson’un senaryosu buydu.

Oturup yazmış ve hikâyeye (kitabına) iki isim vermiş;

“Futility” yani “Nafile” ve

“Titan Kazası.”

.

Evet, yanlış okumadınız;

Titan...

.

Robertson’un romanında “Titan”ın batış sahnesi ise şöyleydi:

“... Gözcü haykırdı; ‘Buzdağı!’

Birinci subay, kaptana haber verdi ve derhal makine dairesine tornistan yani geri git emri verildi.

Fakat hızını kesmesi için zaman lâzımdı ve sisler arasında buzdağı yaklaşıyordu.

Aşağıdan ise orkestranın ve eğlenen insanların sesleri duyuluyordu.

Kaptanla yardımcılarının çaresiz bakışları arasında buzdağı Titan’ın sancak tarafına çarptı.

Darbe hafifti hatta pek hissedilmedi, kaptan o anda ‘Ucuz atlattık’ diye düşünüyordu.

Ama birkaç dakika sonra gemi birden yan yattı, buzdağı asıl yarayı su kesiminin altında açmıştı, yara öldürücüydü, çünkü buzdağı Titan’ın bordasını jilet gibi keserek, parçalamıştı...”

.

Daha sonra Robertson hikâyesine şöyle devam etmişti;

“Geminin hızla su aldığını, alarm verildiğini, filikaların indirilerek, önce kadınlar ve çocuklar bindirildiğini, yardım çağrıları yapılırken, Avrupa’nın en ünlü ve zengin ailelerinin mensupları birbirlerine ebediyen veda ederken, dev yolcu gemisi Titan’ın buzlu kutup sularına hızla gömüldüğünü anlatarak devam ediyordu...”

.

Aradan 14 yıl geçti.

Dünyanın en büyük ve lüks gemisi Titanik, İngiltere’nin Southampton limanından ABD’ye doğru denize açıldı.

Sonra, 1912 yılında 14 Nisan’ı, 15 Nisan’a bağlayan gecede sisler arasından bir buzdağı “Batmaz” denilen Titanik’in katili oldu...

.

Robertson’un romanındaki batış sahnesi aynen gerçekleşti.

.

Sadece o kadar mı?

Bakın romanında daha neleri bilmişti;

• Titan ve Titanik de aynı limandan (Southampton) yola çıktı.

• Titan 248 metre, Titanik 252 metreydi.

• Titan 70 bin ton, Titanik ise 66 bin tondu.

• Her iki geminin de 3 pervanesi vardı.

• Titan’a ve Titanik’e Avrupa’nın sayılı zenginleri ve ünlü aileleri binmişlerdi.

• Titan, New Foundland yakınında bir buzdağına, Titanik de 14 yıl sonra aynı koordinatta, başka bir buzdağına çarparak okyanusa gömüldü.

• Titan’da 24 filika Titanik’te ise 22 filika vardı.

• Gerçek kazanın sonucunda Titanik’te 1513 kişi ölmüş, Robertson’un romanındaki Titan’da ise 1500 kişi ölüyordu.

• Her iki gemi de 3 bin kişilikti ve Titanik’e 2 bin 224 kişi binmişti.

• Hatta iki gemi de batarken orkestranın ilahi çalmasına kadar aynı...

.

Morgan Robertson başarılı olamadı, kitabı satmadı, daha sonra yazdıkları da ilgi görmedi.

Bunalıma girerek, bir hastanede psikolojik tedavi gördü...

Kimse onu hatırlamadı ta ki 1980’lerde inanılmaz olaylarla ilgili araştırmalar yapılıncaya kadar...