Ogün sabah yine açmışım kahveyi. Temizliklerimi yapmışım.

Çayı koymuşum demlenmeye.

Kendime de bir tarçın yapmışım, elimde bardakla kahvenin önünde oturup sabahın güzelliğini içime ve burnuma çekip, müşterileri bekliyorum

.

Aaa! O da ne?

Bizim patron arabasıyla geldi, park etti kahvenin önüne.

“Hayırdır” dedim içimden “Bizim patron sabah sabah hayatta gelmez kahveye. Önemli bir şey ver galiba” diye düşündüm.

.

Arabadan indi “Selamun aleyküm Rüstem!” diyerek içeri doğru yürüdü.

“Aleyküm selam” dememi beklemeden “İçeri gel” dedi.

Allah! Allah!

Ne vardı acaba?

Bir yanlış mı yapmıştım?

Aldı beni bir düşünce.

.

“Gel Rüstem gel!” diyerek geçti yerine oturdu, karşısındaki sandalyeyi göstererek; “Otur şuraya ve beni iyi dinle!” dedi.

.

Dediğini yaptım ve merakla sordum;

“Hayırdır patron? Ne iş?”

.

“Bak Rüstem!” diyerek başladı söze, “Bu mekân iyi para kazanıyordu. Ama son gelen zamlardan sonra müşteri bile çay içemez oldu. Zaten ben de yoruldum artık. Ayrıca babamın bir borcu çıktı, onu ödemek için bana toplu para lazım. O sebeple bu kahveyi devretme kararı aldım. Sen bir yerlerden para bulursan sana devredeyim, yoksa başka isteyenler var, onlara vereceğim…”

.

Şaşırdım haliyle, öyle birdenbire.

Para işi zor, ben nereden bulacaktım parayı?

“Patron olmaz öyle” deyiverdim tüm samimiyetimle, “Ben para bile bulsam getirip sana veririm işini gör diye… Sonra sen ister öde, ister ödeme…”

Patron şöyle bir yüzüme baktı;

“Olmaz öyle Rüstem, ölüm var kalım var. Para bulursan gel al kahveyi, yoksa başkasına…”

“Kaç para bulacağım peki?” diye sordum.

“5 yeter.” dedi.

İçimden yutkunarak “5 mi?” demişim, yani 5 milyoncuk.

Patron kalktı ve bana, “Ayarla bir şekilde al kahveyi” dedi, gitti.

.

Arkasından bakakaldım, yahu ben bu parayı nereden bulacaktım.

Benim etim ne budum ne?

.

Müşteriler gelmeye başladı.

Onlar da duymuşlar nereden duydularsa artık.

Hepsi bana “Üzülme Rüstem bir şekilde bulunur para, merak etme” dedilerse de imkânsız olduğunu hepsi biliyordu.

Sırf beni teselli etmek için söylenmiş laflardı bunlar.

.

O gün nasıl geçti anlamadım.

Kafam hep bu meseledeydi.

“Nasıl olacaktı? Nasıl yapacaktım?”

Kahve olmasa ben nerede çalışırdım?

Başka iş bilmiyorum ki.

.

Gece eve gittim durumu anneme anlattım.

Annem hem kahvenin satılmasına hem de işsiz kalacağıma çok üzüldü.

.

Ertesi günü erkenden kalkmış.

Kahvaltı hazırlamış ve beni uyandırdı.

“Gel Rüstem, hem kahvaltı edelim, hem de azıcık konuşalım. Ben çare buldum galiba” dedi.

Acele ile giyinerek söyleyeceklerini merakla bekler tavırla oturdum kahvaltıya;

“De bakalım ana, ne diyeceksin?”

“Bak oğul!” dedi, “Gece istihareye yattım, bu işin çözümü göründü bana” demesin mi?

“Nasıl yani anacığım, çözümü rüyanda mı gördün?”

“Evet, insanın yüreği iyilikle dolu olunca çare her yerden gelir. Şimdi beni iyi dinle oğul. Yapacağımız şu; Bu baba evini satacağız ve kahveyi alacağız.”

“Nasıl olur anne!” diye itiraz ettim. “Ben hayatta sattırmam evi, baba yadigârı o. Hem burayı satınca nerede kalacağız?”

“Hepsini düşündüm oğlum, burayı satıp kahveyi alınca, kahvenin çatısını eve dönüştüreceğiz. Bir müddet orada kalırız, Para kazanınca da bir ev tutup taşınırız…”

.

Annem aslında iyi düşünmüştü.

Yapılabilir miydi?

Evet yapılırdı, ama baba evi işte, nasıl olacak bilemem.

Annem başımı okşayarak, “Oğul, bir ev şimdilik bir kahve alacak belki ama bir kahve de iyi işletilirse iki ev alır.” dedi.

.

Bütün gün kahvede çalışırken annemin dediklerini düşündüm.

Haklıydı aslında ama işte…

.

Bizim mahalledeki Damat Yavuz duymuş olayı geldi yanıma;

“Üzülme Rüstem gel sat evi, al kahveyi. Belki daha sonra para kazanıp aynı evi tekrar alırsın, belli mi olur?” deyince umutlandım.

Yavuz devam etti, “Satışta şöyle bir şerh koyarız, ‘Ev daha sonra satılırsa ilk sahibine teklif edilecek’ diye.”

“Olur mu öyle?” diye sordum, “Olur tabi” dedi.

Heyecan basmıştı birden, “Bizim ev kaç para eder” diye soruverdim.

Yavuz “4-5 eder” diye cevap verdi.

“Haydi o zaman başlayalım” dedim.

.

Gerisini haftaya anlatayım bari.

Yoksa iş uzayacak iyice.

 

ZAMAN MAKİNESİ

Şu cumartesi günü benim yaşımda olanlara “Bir hatırlatma yapayım” dedim.

Ülkenin durumu ortada.

Nereye baksak elimizde kalıyor.

Hergün bir olay, her gün gerginlik.

Gına geldi artık.

.

Sizi başka dünyalara, mutlu mesut yaşadığımız o günlere götürmek istedim bu tatil sabahında.

İşte o sebeple sosyal medyada gördüğüm şu yazıyı sizlerle paylaşmadan geçemedim.

.

Zaman makinesi gibi düşünün, okuyun ve yolculuğa başlayın.

.

*Çocuklar doğduğunda telefon başvurusu yapılırdı. (Telefon sırası 8-10 yılda gelirdi.)

*Telefonun ve radyonun üzerine dantel örtü konurdu.

*Gazocağı ve tel dolapları vardı.

Anneler tıkanan gazocağını, ucunda kılcal tel olan bir aletle açmaya çalışırken habire söylenirdi.

*Banyoda tuhaf bir soba vardı ve tuhaf bir yakacakla ısıtılırdı.

*Banyomuz kurnalıydı, hamam tasımız vardı.

*Naylon terlikler çıkmadan önce tuvalette takunya bulunurdu ve herkesin ayağına olması için en büyük numara seçilirdi.

*Okul kapısında ayva, Şam tatlısı, macun şeker, susamlı şeker, pamuk helva, kestane satılırdı. 5 kuruşa ince bir dilim Şam tatlısı alabilirdik.

*Renkli patiskadan dikilme beli lastikli külotlar vardı. Artık yünlerden örülen fanilalara, nazardan korunmak için muska takarlardı!

*Okul açılacağı zaman Sümerbank ayakkabıları alınır, çok sevdiğimiz modeller için de bayramın beklenmesi söylenirdi.

*Bayramlarda, kıyafetlerimiz ve yeni ayakkabılarımız başucumuzda dururdu. Bazılarımız koynuna alır, yatardı.

*Uyduruk oyuncaklar vardı. Hatırlı bir kişiden çok güzel bir oyuncak araba veya bebek geldiği zaman, bozulmaması için kaldırılır, bize verilemezdi! Biz ona, o bize bakardık.

*İlkokulda sepet kadar kurdele takılırdı. Ne kadar kabarık ve büyük olursa o kadar makbuldü.

*Babalarımızın gömlek yakaları, bizim okul yakalarımızla beraber pazar akşamları kolalanırdı.

*Genellikle herkes pazar günleri yıkanırdı! Banyo kazanı merasimle yanar, banyolar yapılır çamaşırlar yıkanırdı.

*Filmler, sokak sokak dolaşan afişi yapıştırılmış arabalardan bağırarak duyurulur, reklamları yapılırdı.

*Sokaklardan, yoğurtçu, yorgancı, kalaycı, dondurmacı, eskici, bileyici, sülükçü geçerdi.

*25 kuruşa bisiklet kiralar, ‘Şans kader kısmet talih niyet 5 kuruuş’ diye bağıran ve yuvarlak delikleri kazıtarak ilkel piyango çektirenlerin peşine Fareli Köyün Kavalcısı gibi takılırdık

*Herkesin en güzel ve en büyük odası misafir odası olarak ayrılır, kapısı kapatılırdı. Sonra da tüm aile küçücük bir odaya tıkılıp, hayat orada geçirilirdi.

*Radyo en kıymetli eğlencemizdi. Orhan Boran ve Yuki kaçırılmazdı. Uğurlugil ailesindeki Arap Bacı’ya (Tevfik Gelenbe seslendirirdi) herkes hayrandı.

*İlkokulda okuma bayramı, kurdele bilmezdik. Herkes okurdu, kimse de bayram etmezdi.

*Aşı olunacağı zaman tek iğne ile neredeyse koca sınıf aşılanırdı. Aids henüz çıkmamıştı, eşcinsellik duyulmamıştı.

*Okulda Kürt, Türk, Ermeni, Yahudi, Köylü, Şehirli bilmezdik. Kimse kimseye böyle garip soru sormaz, merak dahi edilmezdi.

*Herhangi bir sebeple götürülen hediye paketini açmak, geleneklerimize aykırıydı, ayıptı. Ama misafir gidince de ilk iş onu açmak olurdu.

*Misafirlikte ne kadar aç olursanız olun, ikram tabağındakileri bitirmek de ayıptı. Görgülüler bir lokma mutlaka bırakır, görgüsüzler hepsini yerdi.

*Dondurma mayıs sonunda çıkar, anneler ise temmuza kadar izin vermezdi.

*Erkek çocuklar misket, kuka, bezden yapılmış topla futbol oynarlar; kızlar daha çok ip atlar, beş taş oynarlardı.

*Kız ve erkek çocukların en sevdiği oyun saklambaç ve 7 adet kırık testi parçasının üst üste konularak önce topla yıkılıp sonra tekrar dizilmesi suretiyle oynanan Dalya, diğer adıyla Dombik oyunu idi.

*Sokakta oynarken en sevilen yiyecek, bir dilim taze ekmek üzerine sana yağı ve üzerine dökülmüş toz şekerdi.

Bazen salçalı ekmek, bazen de yoğurt sürülmüş ekmek olurdu.

*Külotlu çoraptan önce tüm kadınlar jartiyer kullanır yaşlılar, baldırlarına lastik takardı.

*Fotoğraflarda gülmek laubalilikti. Pek çok kişinin düğün resimleri cenaze törenlerini andırırdı. Ağır, vakur ve ciddi olmak önemliydi.

*Anneler, vapurda, trende, otobüste rahatlıkla bebek emzirirlerdi.

*Çarşıda, pazarda anne ve babamızdan bir şey istemek ayıptı. Ancak sorulursa yanıtlardık. Canımız istediği zaman ise çoğunlukla red yerdik.

*Defter-kitap kaplama kâğıtları ya kırmızı ya da mavi olurdu.

*Gazete kâğıtlarından kese kâğıdı yapar, undan yapılmış tutkalla yapıştırırdık.

*’Bir maniniz yoksa annemler bu akşam size gelecek’ bir teklif değil, bir kararın iletilmesi gibiydi. Bu soruya ‘Hayır’ demek mümkün değildi, adetlerimize göre ayıptı. Önemli bir program varsa (bilet, başka ziyaret v.s.) derhal iptal edilir, aile telaş yumağına dönerdi.