.

Son yıllarda ülkemizde yaşananlara bakan birisi kesin şu teşhisi koyar;
“Valla bunlar deli…”
.
Siz; “Amma abartıyorsun? Bunun neresi delilik?” diye sorarsanız,
Cevabım hazır;
“Neremiz akıllı?”
.
Meşhur hikâye vardır.
Atatürk demiş ki; “Her şehirden bir deli bulun getirin, Çanakkale’den ise kimi yakalarsanız getirin…”
.
Gençliğimizde birbirimize anlatır gülerdik.
Şimdiler de ise sorguluyoruz;
“Atatürk neden her şehirden bir deli istesin ki?”
.
Tamamen uydurma bir yakıştırmanın, günümüze kadar gelip benim köşe yazıma konu olması bile delilik tabi.
.
Aslında işin aslı başka.
İsterseniz anlatayım;
.
“Delilik”, Osmanlı’dan kalan bir eser bize.
Zira “Deliler” diye birlik var orduda.
.
Hatta dizisi ile yapıldı.
Reiting rekorları kıramadı ama sebebi belliydi;
“Delilikten kimse anlamadı diziyi…”
.
Osmanlı teşkilatında hafif yaya asker olarak geçen “Deliler”, ordunun en ön safında düşmana ürküten kıyafetleri ve korkusuzca saldırmaları ile tanınırlarmış.
.
Bu “Deliler”in bir diğer ismi ise “Azaplar”mış.
.
Bu sınıfa asker, bekâr erkeklerden seçilirmiş.
Tahminim “Evliden deli olmuyormuş…”
(Aslında adamın karısı istese erkeğini anında delirtebilirdi ancak, o devirlerde bu taktik pek keşfedilmemiş demek ki…)
.
Hatta bu azapların evlenmeleri bile yasakmış.
.
Tahmini sebebim şu;
“Bunlar evlenince kira, su, elektrik, doğal gaz, çocuğun okul masrafı, mutfak masrafı gibi problemleri düşünmekten ‘savaşa konsantre olamazlar’ diye düşünülmüş olabilir…”
.
İriyarı, dinç ve kuvvetli delikanlılardan seçilen bu azaplar (deliler), savaş sırasında zırh giymezlermiş.
.
“Niye” diye sormayın artık.
Delilikten tabi.
Neden olacak?
.
Kılık, kıyafetleri öylesine değişik ve düşmanı şaşırtıcı bir haldeymiş ki, anlatılmazmış.
.
Şimdi bir savaş ortamı düşünün;
Karşınızda bir Osmanlı ordusu.
Sayıca sizden epey eksikler.
Yeneceğinizi garanti olarak görüyorsunuz.
İlk hamlenizde üstünlüğünüzü kabul ettirip, kaçacak delik aratacak bir savaşa hazırsınız.
.
Derken,
Osmanlı ordusu komutanı (veya padişahı) birden “Hücum” emrini veriyor.
Siz hafifçe sırıtıyorsunuz.
Karşı tarafın öncü kuvvetleri saldırıyor.
.
Uzaktan bakıyorsunuz ki;

Osmanlı ordusu içinden garip kıyafetli, zırhı olmayan, deli gibi böğüren bir dolu asker üzerinize geliyor.
.
Siz de öncü kuvvetlerinize “Hücum” diyorsunuz.
.
İki kuvvet meydanın tam ortasında karşılaşıyor.
Osmanlının bu garip askerleri kılıç kullanmayı bırakmış, tokatla savaşıyor.
Sizinkiler kılıcını sallayana kadar suratına bir Osmanlı Tokadını öylesine yiyor ki, savaş meydanı yankılanıyor.
“Şırraakkk…”
.
Siz, “Hişşttt lan… Ne oluyor?” diyene kadar bu tuhaf askerler yavaş yavaş sizin siperlerinize doğru yaklaşmaya başlıyor.
.
Askerinizde bir panik havası oluşuyor.
Ne yapacakları konusunda en ufak bir fikirleri yok.
Zira kılıç işe yaramıyor.
Herifler sanki efsunlu.
.
Yanınızdaki komutana dönüp;
“Bunlar deli galiba?” diye soruyorsunuz.
Ondan cevap anında geliyor;
“Galiba…”
.
Ağzınızdan biraz ürkek, biraz korkuyla;
“Ordular hücummmm…” emri çıkıveriyor.
.
Ordunuz yaşadıkları karşısında zaten şok olmuş durumdadır.
“Öncüleri böylesine deliyse, geriye kalanlar kim bilir nasıldır?” diye içlerinden düşünüyorlar.
Zaten savaş öncesi yayılan “Bunlar ölümsüzmüş” şeklindeki dedikodularla dumur olmuş askeriniz, “Savaşmasak iyi olur” havasındadır.
.
“Saldırın lan…” şeklindeki uyarınızı mecburen dinleyen askerleriniz, istemeyerek te olsa hücuma kalkarlar.
.
Sonuç;
“Tam bir mağlubiyet.”
Siz ordunuzun en büyük komutanı olarak Osmanlı Padişahının çadırında esir olarak nargile içiyorken,
Aklınızdaki soruyu soruyorsunuz:
“Bu kadar deliyi nereden buluyorsunuz?”
“Her vilayetten bir tane istiyoruz, Çanakkale’den ise kim isterse geliyor…”
.
İşte işin hikâye budur.
“Hakikaten doğru mu bu anlattıklarınız?”
“Deli misiniz?”
.
İyi pazarlar efendim…